Böyle yazıyordu kütüphanesinin duvarında asılı duran hat tabloda... Fincanında ise zencefilli ıhlamur vardı...
İşte yine loş kütüphanesinde, binlerce şair, feylesof, mistik, meczup ve peygamber ile aklın serinliğinde sükûn bulmuş hâlde baş başa idi.
Bir an düşündü... Kamp ateşi etrafında toplanmış bir klan üyesi olsaydı, büyücünün evrenin köklerine bağladığı ipleri çözebilecek miydi o gizemli raksta? Saf bilgiyi bulmak adına eski dervişleri çekip almak mümkün müydü şimdiki zamâna? Kalburdan geçmemiş derviş nerden bilsin ki Sühreverdi sırrı?
Dahası ateşe verilmiş Neolitik köylerde kâhinlere yeniden dîni, büyücüye semâ etmeyi öğretebilir miydi? Belki de Tanrı Honak en yüksek piramidi şimdi bu loş kütüphanede yeniden inşâ etmeyi istiyordu ondan...
Belki bu sayede savrulup gitmezdi milâttan sonranın bu sonrasızlığında…
Belki de milattan sonrasının kadim romanını kendisi yazabilirdi. Fakat tam anlamıyla sevmiyordu bu roman işini. Cambridge’nin amfisinde bilgileri hâlâ Platon’a inat bir deneysellikle karıştırıp kimya hâline getirdikten sonra, dünya hayâtını çözülmesi çok basit bir formül gibi öne koyup “inanma-anlama-düşünme-bilgi kurma-bunları güce dönüştürme” eylemini zemininden kaydırarak yazdıkları eserlerde insanı ve özünü anlamak yerine, gönlü ve nefsi âdeta teşhir levhasına çevirmelerini ise hiç bir zaman benimsememişti.
Oysa o, sözü en kadim hatırlayışla söylemek istiyordu. Şimdi Kütüphanesi milâttten öncesinin hayaletlerini misâfir ediyordu. Kaldeli Bilge Pafnüs'e baktı... Büyülü sesindeki o esmâ tınısını kaybetmemeliydi bu zamanda. Batılının kullandığı kelimeler “tek anlam” olmamalıydı! Söz, kaos yaratmamalıydı, insanlığı bu denli ayrıştırmamalıydı, birleştirmeliydi!
Bütün bunlar güzeldi, hoştu, fakat eksik olan bir şey vardı. Hocanın ondan uzak durmasını istediği günlük tahrîratın çamurundan, polemiklerinden, sataşmalarından yakasını nasıl kurtaracaktı?
Daha ne kadar edindiği bir takım bilgileri, sistemsiz bir şekilde kendi muhayyilesinde yarattığı bir takım nesnelere dönüştürüp bunlar benim fikirlerim demeye devam edecekti?
Daha ne kadar ipi kopmuş bir astronot gibi varlığı anlamaya çalışacaktı? Bu dili, rengi ve kokusu olmayan âlemde daha ne kadar yazmaya devam edebilecekti?
Bu âlemin bir dili yoktu ki, kelimeleri olsun! Hatta… hatta bu âlemin bir ruhu da yoktu… oysa kelimeler o sonsuzluktan koparak bize gelmemiş miydi?
Belki de bu yüzden bütün gece uyumayıp düşündü. Bir şey eksikti sanki... İskenderiyeli Bilge "eksiksiz sev" demişti bir yazıtta. Sonra Yunus söz ile yakalamıştı kâinatla arasındaki âhenktar bütünlüğü…
Aslında düşündü de galiba eksiklik, eksik yaşamaktaydı. Eksik sevmekte, eksik vermekte, eksik almakta, eksik bilmekte, eksik duymakta ve eksik anlamaktaydı.
Oysa Mısırlı büyücü taşa ve demire efsunlamıştı sözü. Sümerli taş yontucusu Amu eksik kalan sözleri taşlara kazımıştı evren yok olana dek kaybolmasın diye. Ozanlar, insanlar onursuz kalmasınlar diye söylemişlerdi onca destânı…
Milyonlarca yıl öteden ses geliyordu da, neden şimdi bir saat evvel incinip giden dosttan ses sedâ çıkmıyordu? Söz yok artık! Söz yok artık! Herkeste derin bir sükût ve yalnızlık!
Bu yüzden yazamıyordu belki de. Çünkü düşündüğünde anladığı ya da anladığını sandığı şeyler bir zaman sonra bir muammaya dönüşüyordu. Kendi duyguları ve insanların hâline dair kaleme aldığı her yara, umutsuz bir hastalığa dönüşüp onu daha da içine gömüyordu. Oysa akıl içe bakmaktı, içe gömülmek değildi… Neye sarılsa, elini neye atsa bir süre sonra bir boşluk olup onu içine çekiyordu. Anlamıyordu...hiçbir şey anlamıyordu...
Bugüne dek ne güzel yazıyordu işte… iyi kötü bir şeyler karalıyordu? Ne istiyordu ki o deli hoca şimdi ruhundan! Onun da kendisi gibi çıldırmasını mı istiyordu? Şimdi kalbinin kurulu bir saat gibi çevirmesi neden? Hırpalanmış, kırılıp bâbiâli sokaklarına atılmış bu kırık uçlu kalemden beklentisi ne?
Korkunç bir mücadele nehrine dönmüş bu cemiyette... canhıraş bir hâlde... şehrin vitrinlerinde... kitapçı raflarında... imza günlerinde, ekranlarda yer edinebilme telâşı içerisinde bir san'at âleminin ortasında…
Sonsuz bir zevk susuzluğu içerisinde, zarif, zengin ve konforlu bir hayat uğruna birbirini vahşice bertaraf etmek için uğraşan bir yığın kalem erbabının içinde tutunabilmek ve yazmak neredeyse imkânsızdı!
Çünkü Fâtih’in ruhu değildi bu ülkenin edebiyatçısının ruhu. Başka bir şeydi, bir hafakan, cadı kazanı gibi! Fâtih’in ruhundaki sebat, onlarda hırs ve inat olarak belirmişti.
Oysa o becerememişti işte! Hırslı olamamıştı! Evet, hiç şüphesiz başlangıçtan beri “insan değerini aklından alıyordu!” Fakat o diğer kalem erbâbı gibi aklını kurnazlığa çevirememişti! İyi kalpliliği oynayarak insanların kalbinde sahte bir güven oluşturamamıştı!
Ecdâdından aldığı “cesaret” duygusunu ise san’at âleminin hilekârlığına asla çevirememişti! Hâl böyleyken ne bekliyordu, neden böylesine evirip çevirerek canını yakıyordu? Yoksa ölmesini mi istiyordu? Manyak mıydı ne istiyordu bir hayâletten, neden sürekli ruhunu saklandığı dehlizlerden çağırıyordu?
Evet o bir manyaktı! Katıksız delilerden hem de! Kalkmış ölü bir kalemden taşın bilgisini hatırlamasını istiyordu yeniden. Ülkesi ve insanlık için bir volkan gibi kaynayıp püsküremeden soğuyup kaskatı olmuş kalbinin ve hâfızasının dirilmesini istiyordu.
Belki o da haklıydı, eğer kalem varlığını kaybederse, gönül ve insanlık medeniyeti sonsuza dek yenik düşecekti.
Peki ne yapmalıydı... Yeniden kalem mes’uliyeti yüklenebilecek gücü nasıl bulmalıydı. Issız kalbine ve iç dünyasına kapanmasına nasıl mâni olmalıydı... Bu yolda bedbinlik kabul etmeyen, mazeret kabul etmeyen, asık suratıyla burnunu havaya kaldırıp asla taviz vermeyen o deliye fark ettirmeden
bütün bunları nasıl çözmeliydi...
Hem neden böyleydi ki? Neydi ondaki ıssızlığa bağlılık? Ne yapmalıydı? Nasıl anlamalı ve anlaşılmalıydı...
Korktuğu şey de asıl buydu; anlamak!
Çünkü şimdiye dek anladığı şeyler onu ürkütmüştü. Yazarların vitrinlerde yer edinebilmek için bütün enerji ve duygularını bu hırsa bağladıklarını, bu uğurda karşılarına çıkan her ışıklı kalemi yok etmek için açıktan değil, hep yer altından hareket ettiklerini çok iyi fark etmişti.
Ne olmuştu bu dünyaya? Bu ülke nasıl kendi târihinden ve on bin senelik ruhundan bu kadar kopuk hâle gelmişti? Sözün mânâsına değil büyüsüne inanan bu kadar şair ve yazar nereden çıkmıştı?
Yoksa kendisi de mi öyleydi? Acaba Sokrates Baba'ya kulak asmakla bu güne değin hata mı etmişti? Ya Herakleitos? Kaçık ihtiyar! Herşey onun yüzünden zâten! Karar veremiyordu, Sokrates’e de sırtını dönüp başka bir deli mi bulsaydı kendine?
Tozlu raflara uzanıp bir kitap aldı. Eski sayfaları kokladıktan sonra; Hah! dedi, buldum işte tam bir manyak; Nietzsche! Saçını burnuna bıyık yaparak kütüphane camına baktı. Kızım... sen hakîkaten manyaksın!
Ne tuhaf… insan, insanlara duyduğu güven yanında bir sokak köpeğinin safiyetine daha çok inanıyordu. Onun için bu dünyayı yaşanılır kılacak bir şey yoktu. Kendini anlatması imkânsızdı, ne ki sadece bir an posbıyık Nietzsche Dayı'ya uzattığı eli de bir müddet sonra boşlukta kaldı.
Ne tuhaf... huzur denilen şey bir ân görünüp kaybolan peri gibiydi. Zaten modern çağda Nietzsche Dayı ile gezmek de imkânsızdı. Boyuna kendini düşünen, kendi kuyusunda ve çamurunda debelenen insan iç ve dış âlemle uyumunu da çoktan kaybetmişti.
İlk defa o çamurdan ellerini uzattığında, zaman duvarında sükûnetle yürüyen Safiye Erol’u fark etmişti. Avrupa’nın skolastik felsefe probleminde düşünmeyi bırakarak, daraltılmış sözü yeniden eski ve kendine ait yatağına döndürmesini izlemek ilk hayret basamağı olmuştu..
Ne garip... Sâfiye Erol, diğer yazarlar gibi yaşadığı imkânsız aşkı kendine bir mağduriyet sebebi yapmamıştı. Daha doğrusu böyle olmasına Ken'an Rifâî Hazretleri izin vermemişti. Bilâkis aşkını kalemiyle kendine ve insanlığa şifa veren bir ateş hâline getirmesini sağlamıştı.
Ne ateşli gözlerini Petersburg gecelerine kapatıp kendi dünyasının şiddetli tutkusuna açan Dosto, ne de hiçliğin yüce diyarından korkunç bir yücelikle bakan Tolstoy, ne de romanlarına şiddetle gömülmüş Balzac gibi kendini korkunç bir muhayyilenin esiri kılmamıştı.
Batılının bu bir tür patolojik çılgınlık hâlini almış romanlarına mukabil insanın ruh dünyasını düzene koyan ve iyileştiren iksirler kaleme almıştı.
Pencereye baktı… bir şey eksikti.. koku… Fincanında biten zencefilli ıhlamurunu tazeledi. Duvarda asılı duran tabloya takıldı gözleri yeniden. "Lem yelid" sırrında aklını arıyordu…
Belki de yapması gereken aklını bulmak değil, aklın nasıl kaybolduğunu, kalbin kaçışlarını anlatmasıydı. Çünkü insanların kaçışlarını az çok çözmüştü. Sanki herkes eksik hayâtını bir başkasının ateşinde yakmak istemekteydi.
Batı romancısının kendi kendini büyülediği ve sırf kendisi için yaşadığı ve yaşattığı kahramanlarının yerine içindeki hüznü kimsesiz kılmayacak bir kahraman yaratmalıydı hikâye ve romanlarında.
Bütün bunları anlamıştı anlamasına lâkin neydi hâlâ aklıyla kendi arasındaki bitmek bilmeyen gel gitler… Neydi içindeki sislere gömülmüş ormanlara kaçış hissi? Neydi bu renklere ve kokulara olan aşırı bağlılığı?
Fincanına baktı...
Belki de deminden beri fincandan geldiğini sandığı koku, duvardaki tablodan geliyordu...
Belki de aklı varlığın kokusunu alıyordu
“Lem Yelid ve Lem Yuled!”
Varlığın evi İHLÂS kokuyordu…
Saliha MALHUN
"Batı romancısının kendi kendini büyülediği ve sırf kendisi için yaşadığı ve yaşattığı kahramanları" Hiçbir zaman ümit ve irade vaat(d) etmedi. Elinize sağlık selam ve dua ile