"KÜRESEL MODA, ESTETİK, FENOMEN, YARIŞMA, GÖRGÜSÜZLÜK ve NEZAKETSİZLİK TERÖRİZMİ
- aynadakimunzevi
- 1 Tem
- 5 dakikada okunur

Bu ülkenin genç kızlarını yıllardır jüri adını taktıkları garip tiplerin önüne dikip, mütemadiyen azar ve aşağılama ile güya "modacı-stilist" yapacağını zanneden zihniyet, çok açık ki bizim geleneğimize, töremize, kimliğimize, ahlâkımıza yabancı bir anlayışı temsil ediyor.
Kadınları, kızları saatlerce ekrana bağlayan bu manzaralar çok açık bir şekilde söyleyebilirim ki şeytâniyyettir, hatta küresel terörizmdir!
Bugün film ve dizi sektörünün de başını çektiği "masum ve dişi" kadın tipi geleneğimizdeki Leylâ’nın remzi değildir. Bu kızlar ne yazık ki Batılı anlamda ilk roman ustalarından olan Halit Ziyâ'nın Aşk-ı Memnû’sunun Liliti, Hollywood'un Afroditi, Batı'nın Maria Magdelena’sıdır.
Ama asla masûmiyeti temsil eden bâkire Meryem’i değildir!
Ne bir Aslı bu kızlar ne de Leylâ'lar!
Derinden bakıldığında toplumun genç kızlarının da bu tarz kızların görünüş, davranış ve ahlâkları üzerinden inadına benzetilmek istendiği bir vakıâdır!
Dizilere bir bakın; aynı eşek arısı sokmuş ördek dudaklar, keskin yılan bakışlar, iskelet gibi bir gövde üzerinde şişirilmiş göğüsler. Her insanın kendine mahsus olan edası, işvesi, tebessümü, vakarı yahut mahzunluğu neredeyse yok edilmiş.
Fakat ne devlet ne anne babalar ne de eğitim camiası bu vahşetin ve cinnetin yeterince farkında değiller!
Yahut farkındalar susuyorlar.
Günlerdir sıra bize mi geldi diye İran ve İsrail'e düşen füzeleri sayarak yatıp kalkıyoruz.
Halbuki füzeye ne hacet, senelerdir biz her yerimizden zaten patlıyoruz! Aile müessesesini zehirleyen sabah programları, yarışma, fenomen bataklığı, mafya ve zenginlik ve şiddet üzerine bina edilmiş dizilerle patlıyoruz. Bununla birlikte eğitim sistemi, aile, okul, kentsel dönüşümle hafızası silinen şehirler, inşaat ve rant uğruna yok edilen tarım alanları her şey, patlamayan ne kaldı elimizde?
Edebiyatın, san'atın toplumları ne derin etkilediği, etkileyeceği artık gün gibi ortada. Evvelâ kendi kültürünü ve Türk töresini inşâ etmek yerine Bâtıl Batı’nın güya “muasır medeniyet” dediği ahlâk düşüklüğünü bu milletin hâfızasına musallat edilirken yeterince mücadele etmeyen entelijansiya, devlet ve eğitimciler ilâhi mahkeme günü maddesinde ve mânâsında katledilen masumiyyet ve yok edilen kadınlık davasından yakasını asla kurtaramayacaktır.
Gazetelerin afişlerinde ve moda ve sitil yarışmalarında genç kızlarımızı, çocuklarımızı hem "masum" hem de "dişi" olarak bize pazarlayan algı operasyoncularını iyi tahlîl etmek gerekir.
Burada genç kızlar kadar belki daha fazla mağdur olan ise erkeklerdir. Çünkü erkeklere ölçüsüzce sunulan bu şehvet pazarını meşrulaştırma gayreti ve mücadelesi verilmektedir.
Oysa bizim çölden gelen hikâyemizde “Leylâ” Afrodit ve Venüs gibi cüretkâr bir pozla ortaya atılıp güzellik ve masumiyetini toplum önünde “tartan” ve “tartışan bir kadın değildir. Onun güzelliği ve değeri yalnızca Mecnun’a aittir.
Leylâ inadına örtülüdür, gecedir.
Ayak yalın, baş açık sîne üryan gezmek yani “çıplaklık” Mecnun’a has bir manzaradır bizim hikâyemizde.
Yahut Yusuf’un güzelliği karşısında kâinatı ortadan yırtan ve sonra çöllerde gözyaşı kuyuları açan, kendince güzel bulmaklıktan geçip, "güzeli bulanın", bulduranın hikâyesidir biraz da....
Çünkü bu hikâyelerin sonunda “arayan” en ziyâde “aranandır” aslında.
Arayan için Leyla bir yürek kımıltısıdır bir yangın ve yanmaklıktır.
İnsan ne buluyorsa bu “yürek yangınında” buluyor, gerisi hikâye işte yaz yaz bitmiyor.
Onu ararken kendiyle karşılaşmaya bir vesîle…
Arayanın ve arananın birlenmesi yâni…
Gelelim bu kabil mes'eleleri "din ve gericilik" üzerinden ele alan diğer bir algı özürlülere.
Evvelâ günün donmuş din cesedi üzerinden ve “töre”nin sadece “namus cinayetine” indirgenip pespayeleştirildiği anlam cinâyeti üzerinden bu meseleyi "tartmak" ve "tartışmak" beyhude! Eski kaynaklarımızı yeniden güncelleyebilse idik “Türk Töresi"nde “o….” ile başlayan kelimenin ve kavramın bizim dilimizde ve lügâtimizde asla bulunmadığını fark etmiş olurduk. Evet Türk’ün töresinde ve medeniyetinde bu kelime yok. Bilâkis şeytâniyetin bir târih seyridir ve Bâtıl Batı işbu tapınak fâhişehi Aştar üzerine inşâ etmiştir mevcudiyetini, düşüncesini ve felsefesini.
Batı mitolojisi, kültürü ve san'atı göklerin kızı olmakla, ayağı düşmüş kadın imajı arasında bocalamış yüzyıllar boyu. Kırmızı, ateşin kanın ve aşkın rengi olmuş böylelikle. Batı, çıplaklığı sanatında bir şehvet objesi olmaktan ziyâde bir örtü ve perde olarak kullandığını iddia eder. Kralın çıplak olması hakîkatin de çıplak olmasına bir vurgudur meselâ.
Batı, etin ardındaki o güzelliği ve ruhu görmek için epey çırpınmış. Efendim bu felsefenin ürünüdür işte bütün bu söylemler. "Kadının saçından, etinden tahrik olmak insanlık değildir... Erkek olan, insan olanın beyni....." ile başlayan cümleler aslında bir dayatmanın ezberlerinden başka şey değildir. Oysa kadın güzeldir ve gönül alıcıdır.. Can yakıcıdır, çekicidir… Buna mugayir cümlelerle çıplaklığı meşrulaştırmaya çalışmak bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Evet, kadın sadece saçını örtmekle örtünmüş olmuyor. Evvelâ ahlâkı kendisine din edinmesi gerekiyor. Kadını baştan çıkarıcı ve şer çerçevesine oturtmanın kökeni Bâtıl Batı’nın zulmet ve şeytâniyet felsefesine, Lilit’ine dayanmaktadır.
Kadın üzerindeki bu “algı” tartışmaları onu sadece “bir insan” olarak tasavvur edememekten kaynaklanıyor.
Oysa kadın ne râhibedir ne de Havva gibi korunmaya, sâhiplenmeye muhtaç bir câriye.
O bir şahsiyettir!
En çok da "Hayy'ın", hayâtın, "iş"in ve hareketliliğin içinde olan Hatîce’dir.
Olgunluğun ve itidalin simgesidir.
Sonra da Aişe’dir kadın; hâfıza ve aklı temsil eder, en fazla okuyan, düşünen, dinleyen ve dinlenendir.
Âlimdir, mürebbîdir; Sâmiha Anne'dir.
Hem nazlı, hem çocuk hem sevgilidir..
Malhun'dur, Hayme Ana'dır, Nilüfer'dir..
En çok da Devlettir o.
Devlet Hâtun'dur!
Hem masum, hem mazlumdur, saraylıdır, kaç yaşına gelirse gelsin gelindir...
Ama zavallı değildir hiç, masumiyeti doğallığındadır.
Bu ülkenin genç kızları ilk defa “güzellik yarışmaları” ile kendine bakmayı ve kendine baktırmayı öğrendi. İşte bu baktırmaların ardından fark etti masum ve güzelliğinin. Kendisine mağrur ve hayran olma öğretildi sonra...
Sonra bu güzelliğin gücünün farkına varması sağlandı. Ve bu güzelliği "kullanma" öğretildi.
Ekrandaki tarz kızlar bu tedrîsin bir talebesi ve temsilcisiler. “Güzel buldurulan” müsabakaların “güzeli arama ve bulma” ontolojisinin yok ettiği bir kültürün meyvesi.
Masumiyet kadının, dokunulmazlığın simgesidir.
Oysa masumiyetin yok edildiği bu tarz yarışmalarında görünüşte dişi, ruhça hırs ve öfke dolu, duygudan yoksun ve erkekle münasebeti bir ticarete ve alış verişe dökmüş feministler ordusu çıkıyor ortaya.
Anne adayı değil bu tarz kızlar, sâdık olmak zorunda değiller, göze göz, dişe diş bir mücâdele veriyorlar ekranda!
Kim daha erkek ve güçlü onun mücadelesini veriyorlar adeta bu yeryüzünde.
Bu tarz kızlar toplumun erkeklerinin bilinçaltına demektedirler ki; Siz! Beyni çıplaklıkta olanlar! Kısa eteğimden, dekoltemden fırlayan göğsümden içi gıcıklanan, başı dönen zihniyet siz ham ervahsınız! Siz kadının etinin, derisinin ardındaki ruhu görmüyorsunuz! Yani bir çeşit felsefe yapıyor bu tarz kızlarımız.
Fakat bu tekâmül nasıl olacaktır? Başını döndüren bu manzaralara bakıp bocalayıp duracak mıdır hep bu kör olası erkek milleti? Kadına, iffete, ismete hiçbir rol düşmemekte midir bu perdede? Burada en büyük ve temel rol kendisinin iken bu rolün yeniden tespit ve tahlil edilmesi, güncellenmesi hiç mi gerekmemektedir?
Sualler böylece uzayıp gidiyor...
Benim bu kızlarımıza tavsiyem ellerine zorla tutuşturulmaya çalışılan bu aynayı kırmalarıdır! Batılının dili ve kelimeleriyle düşünüp konuşmayı bırakıp gözlerini yumarak aynayı kendine, kendi içlerine çevirmeleridir.
Ve yine onlara derim ki; Batı, senelerdir bu donmuş kelimelerin ve kavramların karanlığında yürürken insanlığını dahî unuttu. Oysa Hakk ışığının uyandığı yerdir iç.. Batı o karanlıkta buldukları ve bildikleri miktârınca kendinde öldü. Oysa sen öldükçe dirilibilecek bir kökten geliyorsun. İçine bak göreceksin; kökenden geliyorsun. Kimselerin bulmakla bilemeyeceği o cevher yâni “hikmet” senin içinde, gönül ateşinde. Yandıkça irfânın artar.. İşte etinin ardındaki ruh bu mânâ'dadır.
Unutma insan bu âlemde ya olur, ya ölür…
İnsan, başkasının etinin ardında göremez insanı, insan olanı…
İnsan aynayı bir kere içine çevirmeye görsün meftûn olur içindeki ceylân bakışlıya… Kendini bulmak için kendinden bile kaçar, dağılır, sonun da ne tarzı kalır ne de bir beni. Kadın o vakit bir “Leylâ" ve "cân" olur.
Ve dileriz bu millet öldürülmeye çalışılan masumiyet ve kadınlıkta bilhassa analıkta yeniden “cân” bulur!
Yeniden "Anadolu" olur!
Çünkü hasretiz masumiyete!
Hasretiz anneye!
En çok da cânâ
Ve Hazreti İnsana!"
Saliha MALHUN
Comments