Dilin bir felsefesi olsaydı herhâlde bu kocaman bir “sükût" olurdu.
Peki, sükûtun felsefesi nedir?
Söz mü? Kelimeler mi? Konuşmak mı?
Harfler kelime sıfatına bürünmeden, düşünce kuyusundan akmalı evvelâ!
Öyle ya…
Düşünce bir çengeldir oysa…
İdrâke asılmış koca bir hayret! İnsanın hayreti olmasaydı, kelimesi olur muydu?
Hayret; eksiğin, eksikliğin vasfı.
Tamlık uçurumundan akan uçsuz bir şelâlenin mâcerası bu hayat.
Tamlıktan, hamlığa bir seyr… Tekrar tamamlanmak için..
Sükûta, sükûna ermek için…
Oysa bir sükûn yeri değil bu dünya…
Dünya ayrılık ve hasret! Kelimeler çoğalmak ve kesret! Felsefe; yolun uzamasından başka işe yaramıyor.
Burası bir dünya! Burası bir mâcera!
Nasıl da kısa bir mâcera aslında albümlere sığmayan hayatımız. Sahi, kim bu albümlerdeki yüzlerimiz? Hep gelecek için çalışıp didinirken, albümlerde kaybedilmiş gençlik, eski filmlerde yitirilmiş hayatlar, eski şarkılarda kanayan aşklarımız gün gelir asıl ulaşılmazımız olur.
Oysa ulaşmak hep geleceğe akan bir mâcera değil miydi? Günün siyâsi söylemleri, kavgalar, mücadeleler, uğunarak geçen zamanda kaybolmuşluktan başka nedir ki?
Kelimeler.. kelimeler… hepsi boş.. hepsi boşluk…
Hadi geri döndürün geçmiş zamânı… lüleli saçlarınızı…
Hâlâ o peri yüzlü kız sizin değil, başkasıyla evlendiniz.Yahut hayatınızın aşkını buldunuz ama geç kaldınız. Hâlâ istediğiniz yerde, makâmda, evde değilseniz.
Babanız, anneniz, dedeniz, hocalarınız şimdi neredeler?
En çok kendinizle, kendinizde, kendi olduğunuz zamanlar; ve kimsenin olmadığı kuytularda geçmişi, kaybettiklerinizi hatırlayıp ağladığınız zamanlar öyle değil mi?
Dünyaya gelmek elinizde değildi… Şu saatte, şu günde, şu topraklarda olmak da.. Ne saçınızın, ne de gözünüzün rengini seçmek de… size sorsalar belki dünyaya gelmenize vesile olan anne babayı da tercih etmezdiniz, kim bilir…
Hatta belki doğmayı bile istemezdiniz…
Gariptir, daha bir damla su iken dahî tutunmaya çalışmışız varlığa.
Varlığa; yâni mevcûda… yâni vücûda..
Oysa bir tutunma yeri değil bu dünya. Neresinden tutunmaya çalışsan hep elinde kalan sükût ve hayal...
Sükût ü Hayâl!
.
Ne gençliğine tutunabildin, ne anne babana, ne eşine, ne sevgiline, ne makâmına ne de saltanatına.
Gariptir, yeryüzünde mülkiyet elde etme iddiasında olanların hepsi de, mülkünü bu dünyada bırakıp gitmeye mecbur kalmışlar.
Bütün bu şarkılar, bütün bu albümler, hüzünler hepsi mülkiyet derdinden…Oysa yarın terk edeceği şeylerin nasıl sâhibi olduğunu söyler ki insan?
Fakat insan anlayamıyor. Eşyâda, aşklarda, sevgililerde parçalanmadan anlayamıyor bu mâcerayı.Dilin, yani kelimelerin… yani düşüncenin.. yani hayretin kökeninin işbu mânâda olduğunu unutuyor.
Bu yüzden bin bir duygu kesretinde uğunuyor insan. Ağlıyor, öfkeleniyor, kırıyor, kırılıyor, acıyor, acıtıyor, üzülüyor, kanıyor insan hep kanıyor!
Ona bir rehber gerek. Hayatın, Hayy’dan geldiğini, kâinatta mütemadiyen bir akış ve şuur olduğunu hatırlatacak bir rehber.
Sebeplere takılmadan, araca değil, amaca yöneltecek bir akıl. Ölümün bir yok oluş değil, geçiş olduğunu hatırlatacak bir rehber. Gerçek hayata geçişin, nefsinden ve isteklerinden, arzularından vazgeçmekle mümkün olduğunu gösterecek bir terbiyeci.
İnsan, verdiği her cânına- arzusuna- karşılık cân, yâni vücûd v-c-d bulan bir varlık. Bulduğu yer; v-c-d vicdan! Bulunan; Vücûd; yâni Hakk!
Yâni; HAKK.
Hülâsa Hayy'dan gelip, Hû’ya giden bir mâcera bu hayat! Mülkiyet derdi bitmiş, sükûn bulmuş, razı olmuş, mutmain olmuş âşıkların yurdudur SÜKÛT.
Sükût’un dili Hikmet’tir artık. Feryadı bitmiştir çünkü. Konuştukça susan kelimedir; kâmildir, mükemmildir. Çünkü onun kelimelerini işitmek, susmayı huy edinmektir. Sözden önce sükûtun yaratıldığını fark etmektir.
Yani dinlemektir. Yani inlemektir...
Tersine akmaya başlamasıdır mâceranın… Kendi içine düşmesidir… Yanmasıdır aklın o kuyuda, u/yanmasıdır kalbin.
Aslında bu kadar söz boş biliyorum.
Zaten dilin felsefesini yapacaklara da söyleyeceğini söylemiş Şeyhim;
“Bir gün olursan iki gözüm sen de aşka yâr, Bu mâcerâyı ben o zamân söylerim sana”
An/layanlar susmuş!
Saliha MALHUN
Комментарии