"Diriyiz daim, ölmeyiz
Karangularda kalmayız
Çürüyüp toprak olmayız
Bize leyl ü nehar olmaz"
Eski sokaklara vurdukça hayat nasıl da silikleşiyor.
Geçmiş âdeta gelecekle birbirine karışıyor. Bu sokaklarda sanki bir boşluk var. Geniş… çok geniş bir boşluk…
Kara bir yağmur yağacak gibi Bursa sokaklarına. Pınarbaşı Mezarlığının güneybatı doğrultusunda yürüyorum. İvaz Paşa Mahallesi'ne geldiğimde durup gökyüzüne bakıyorum.
Gökyüzüne bakmak agâh olanların sırrı imiş. Kim söylemiş, nerede okudum hatırlamıyorum, fakat kim ki bir güzel hikâye yazmışsa, kahramanı mutlaka sokak başında durup gökyüzüne bakarmış.
Ben de bakıyorum gökyüzüne. Molla Câmiî'nin minarelerinden akan ezan sesi uzaklarda Ulu Câmi ve Yeşil Câmi minarelerinden taşan ezana karışıyor. Biraz daha yürüyüp sokağın sonuna varıyorum. Nihayet Şeyh Hâmid Mahallesi'ne ulaşıyorum.
Ne zaman buraya gelsem kendimi alabildiğine hür hissediyorum. Kimselere haber vermeden gelip sığındığım çok oluyor Somuncu Baba Hazretleri'nin çilehanesine.
Neden bazı insanların ölümü sığamamış ki bu yeryüzüne? Neden özlenir ve dilenir olmuş Rableri ile olan halvetleri de?
Bunu anlamıyorum.
Bu sebepten olacak ara sıra kimselere haber vermeden gelip saklanıyorum buraya. Bu kûfi kuyu âdeta bir anafor gibi çekiyor ruhumu. Sessizlikle gözyaşının birleştiği yer burası.
Somuncu Baba Hazretleri'nin ekmek pişirdiği kürekleri bile hâlâ yerinde duruyor. Ziyaretgâhın odalarının birinin duvarında gizemli ve karanlık bir oyuk var.
Ne vakit bu karanlık oyuğa girsem Somuncu Baba'nın upuzun bir bakış fırlattığını hissediyorum ruhuma. Öyle garip bir dehliz ki burada hiç kimseyi kazanma yahut kaybetme endişesi yok. Hatta burada bir amacım bile yok... Ne de bir beklentim...
Oysa şehir bir beklenti yurdu.
Durup dinlenmek bilmeksizin bir koşturmaca. Sonunda ne geçiyor insanın eline meçhul. Ama hep kekremsi bir tat… umutsuzluk… mutsuzluk… Çünkü her doğan yeni gün bir yük daha koyuyor omuzlara. İnsanoğlu ne tuhaf. Emeline kavuşacak olsa önüne yeni bir emel çıkıyor. İnsanlar bir kuşatma altında sanki.
Oysa ben şimdiye dek gözlerimi dünyanın amansız gerçekliğine çevirmiştim. Peki, bu aynı gözler kendi içime dönse ne olur?
Bu, kuşkusuz büyük bir deprem demek!
Aslında bir şey var içimde herkesten hatta Temkin Çelebi'den de hep gizlemiştim. İçimde aydınlıktan yoksun, karanlık bir yer var sanki.... "Sen çok kabiliyetli bir çocuksun" derdi hep. Algılarımın ve bakışımın yazılarımdaki derinliğinden filan söz ederdi sık sık.
Ama... sanki beni huzursuz eden de buydu. Nasıl ki rüzgârda kıpraşan yaprakların derinindeki zikri belli belirsiz hissedebiliyorsam… Nasıl ki insanların içindeki karanlıklar aynama garip bir şekilde yansıyorsa... Kendi içimdeki kıpırtıları ve kirleri de böyle fark ediyordum. Bu da kedime tahammülümü zorlaştırıyordu.
Kendime… kendim… sâhi "kendim" dediğim kim ki? Hiç bilmiyorum. Şimdiye dek okul hayatında ve evde kimse bana hiç "kendini bil" dememişti ki... Hep "bil" demişlerdi. Sâdece "bil" demişlerdi. Ve bu bilmenin de bir sonu yoktu.
İşte ne zaman buraya gelsem kendimi ve düşüncelerimi duyularımın neşteri altına sokuyorum. Sanki bana ait bir şey var burada. Beni arındıran bir şey… Kendimi yazdığım bir hikâye kadar açık seçik ortaya koyan bir şey...
Buraya her gelişimde göbek bağım bir kez daha dünyadan kopuyor!
Şu an, burada yazdığım hikâyelerden biri olmayı ne çok isterdim. Çünkü bir hikâyeyi yazdıktan sonra onunla aramdaki göbek bağını çözerek arz üzerine gönderebiliyodrdum. Böylece o kahramanlar okurların zihninde bağımsız bir şekilde yaşayabiliyorlardı.
Oysa ben böyle miyim? İçimdeki yüzlerce düşünceyi ve istekleri adlandırmak için tek bir imaj yeterli değil. Çünkü her gün aynaya bakışımda yeni bir yüzle karşılaşıyorum.
Ya günün birinde karşılaştığım ben olmasam?
Anlamıyorum, ne kadar ruhumun ardında koşarsam koşayım içimdeki tutkular da benim peşimden koşuyorlar. Her gün yeniden başlayıp yeniden biten bir sınav gibi yorulduğumu hissediyorum artık.
Bütün bu koşuşturma ve çilelerin sonunda görünmekten korkuyorum. Belki de bu yüzden kaçıyorum insanlardan da. İnsanlardan uzak yaşamak kibirli, kendini beğenmiş olmamdan kaynaklanmıyor ki.
Tâ küçüklüğümden beri beni oyun ve hayallerden uzak tutan bir şey var. Şimdi dönüp geriye baktığımda sürekli kendimi tahlil etme, hesaba çekme, inceleme, cezalandırma ve kendimi bir biçime ve nizâma sokmak için uğraşmışım. Nasıl bir şey bu? Sanki kendimi kendimin başına bir ömür gardiyan dikmişim de ruhum bir yere kıpırdayamamış!
Ne garip... Bu fırınlarda hiç ateş olmamış aslında. Tevekkül pişirmiş ekmekleri. Somuncu Baba Hazretleri müderris olduğu hâlde Bursa’ya geldiğinde ümmî bir tavır takınmış. İnsanlara farklı bir yoldan ulaşmak, terbiye etmek istemiş.
“Somunlar, müminler!, Somunlar, müminler!" derken aslında onların gönüllerini kavramak istemiş. O biliyormuş aslında toplumda bir yer edinmeye çalışmanın boş bir şey olduğunu. Çünkü biliyormuş ki insanlar ne zaman yeni bir emeline kavuşsa, ardından dipsiz bir kuyuya düşüyorlar. Çünkü biliyormuş ki her emeline kavuşan insanın kendisi değil, kirlere bulanmış nefisleri imiş.
Ben de böyle hissediyorum. Bu dünyada elde edilecek her şeyi kirlere ve acılara bulanmış bir şey olarak görüyorum. Aslında insanlar anlamıyor beni. Karamsarlık değil yaşadığım. Rahatlık için uzaklaşılmış bir inziva da değil.
Sanki... sanki Mikâil Aleyhisselâm’ın elinden solgun bir renk değmiş ruhuma. Sarartmış hüzne gark etmiş bir ömür yüreğimi. Ruhuma değen bu sarı solgun el, yazılarıma da sirayet etmiş ne yazık ki...
Şimdi burada.. bu mekânda... yeni bir şeyler olduğunu hissediyorum kendimde. Şimdiye dek âşinası olmadığım bir rüyet sonunda tüm bedenimi ve ruhumu kaplayacak bir şey. Şimdi burada... bu mekânda kelimelerimle birlikte ruhum da donmuş sanki.
Fakat himmet diliyorum yine de Somuncu Baba Hazretleri'nin ruhaniyetinden. Muhakkak onda bir tedbir olmalı. Ruhumu kaplayacak bu büyük zelzele ve değişimden önce zayıf düşmüş bedenimi marifet somunuyla doyurabilir meselâ… Üşümekte olan kalbimin donma tehlikesine karşı agâh bir gönül hediye edebilir bana da.
Evet, bir gönül…
Sıcak ve korunaklı, içinde Allah sevgisinden gayrı bir şey barındırmayan, yanan, kaynayan bir gönül verilebilir belki bana da...
Bazı mahfillerin beni çekmek istediği gibi bir yazar olmak istemiyorum ki ben. Hatta bir yazar olmak da istemiyorum. Kitap neşri, imza günü, televizyon programları istemiyorum.
Çünkü gözlerim hiçlik uçurumuna dikildiği günden beri yazılarımda ve hikâyelerimde çizdiğim çocukça resimler de artık mutlu etmiyor beni.
Anlamıyorlar, kâinatla kalemim arasına sıkışmış ruhum küflü ve solgun bir ayna gibi. Onların gördüğü gibi parlak değilim. Eşyâ, gökler, ağaçlar, denizler, nehirler bulutlar sanki benden bir şeyler saklıyor.
Çoktandır garip gölgeler var yazılarımda.. Fark ettiğim an ürküyor, kalemi bırakıyorum. Onları... o görünmeyenleri görmek için gözlerimi yumuyor ancak içimde karanlık ve loşluktan başka da bir şey göremiyorum.
Somuncu Baba Dergâh’ında yalnızım.
Çilehaneden çıkıp bahçedeki kanepeye oturuyorum. Gökyüzü güzel. Siyah bulutların grilerle yer değiştirmesini izliyorum hayranlıkla. Başım dönüyor, kafam uyuşuyor âdeta
Ne tuhaf. yaşıyorum… diyerek ellerime bakıyorum. Benliğime dokunmuş o solgun renkten kurtulup yeni bir renge bürünmek istiyorum. Nasıl olacak bilmiyorum.. Çünkü ölüyken bir daha dirilmek çok zor. Çünkü bir ölünün bunları düşünmesi ve istemesi çok zor. Bana şimdi bir himmet elinin değmesi ve beni yeşertmesi gerek.
Büyük velînin huzurunda himmet için yalvarıyorum. Sonra ayrılıyorum o büyük huzurdan. Geldiğim sokaklara geri dönüyorum.
Garip...
Eski sokaklara vurdukça hayat nasıl da silikleşiyor. Geçmiş âdeta gelecekle birbirine karışıyor. Bu sokaklarda sanki bir boşluk var. Geniş…çok geniş bir boşluk…Belki de Tanpınar'ın "ikinci zaman" dediği o seyri yaşıyorum. Kim bilir...
Ötelerden bir esinti değiyor yüzüme…
Neden velîler ölmüyor ve toprakta çürümüyor ki? Neden kokulara, sokaklara ve ruhlara eskisinden de fazla siniyor ve tasarruf ediyorlar? Neden onlara ait eşyâlara her dokunuş ve koklayışımızda yeniden diriliyoruz? Eşyânın ve mekânların hâfızası mı bizi yeniden terbiye eden? Yoksa onlar zamanı ve mekânı geri saran himmetleri ile mi sır oluyor ve diri kılıyorlar kendilerine yönelen gönülleri?
Bilmiyorum...
Fakat şunu iyi biliyorum ki Bursa'nın eski sokaklarında yürüyen ölüleri, ötelerden gelen gizli haberlerle, kokularla, renklerle, gündüz düşleriyle her dem uyandırıp diriltecek, ne kadar betona ve çamura batmış olsa da taşların arasından gönülleri ve şehri her dem yeniden yeşertecek ve diriltecek Somuncu Baba Hazretleri...
Peki ya beni?
ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni... ya beni...
Saliha MALHUN
Resim; Ulu Câmi inşaat halinde...
Önde Yıldırım Bayezid, Mimar Ali Neccar.
Arkada işçiler için ekmek getirmiş Somuncu Baba
Yıldırım Bayezid, Niğbolu Zaferini kazanınca, "Allah'a şükür nişanesi" olarak Bursa Ulu Câmiî'ni yaptırmaya karar vermiştir. 1396-1399 yılları arasında Mimar Ali Neccar tarafından yapılan câmi, Bursa'nın en önemli tarihi eseridir. Evliya Çelebi'nin ifadesiyle Bursa'nın Ayasofya'sıdır. Başlangıçta tek minareli olan câminin ikinci minaresini Çelebi Mehmed Hân yaptırmıştır.
Bursa Ulu Câmi inşaatında çalışan işçilere ekmek dağıtan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri halk arasında “Somuncu Baba” ya da “Ekmekçi Koca” olarak bilinir olmuştu. Emir Sultân’ın ricası ile Ulu Câmi’de ilk hutbeyi irâd eden Somuncu Baba, Fâtiha Sûresi’nin yedi farklı tefsirini yapmıştır. Manevi sırrı ortaya çıktığı için Ulu Câmiî’nin açılışı sonrasında Bursa’dan ayrılmıştır.
Kommentare