Pınarbaşı’ndayım… Bursa’ya yüzyıllardır âbıhayat içirmiş en güzel köşeciğinin kuytusunda… Elimde uzun zamandır evirip çevirdiğim Alberto Manguel’’in “Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir” kitabı var, masamda ise çay. Bir kitaba bakıyorum bir de surlara. Purusa’nın Bizans hastalığından ilk defa şifa bulduğu asrın başına kadar uzuyor bakışlarım.
Şehri ovadan yüksek bir tepe üzerine kurup etrafını surlarla çeviren Kral Prusias nereden bilebilirlerdi ki gün gelip tekfurcukların kendilerini bu surlara hapsolunmuş bulacaklarını. Antik Yunan medeniyetinin altını üstüne getiren Got’lardan şehri muhafaza etmek ve savunmak için bu gerekli idi ancak Osmanlı’nın fütûhat ruhunun nüfuzundan korumak için elbette yetersizdi. Her seferinde ecdâdın bu toprakları işgal ettiğinden dem vuran, köksüz ve bağsız olduğu için de vâzettiği din de desteksiz olan selefî din adamlarını ara sıra Pınarbaşı’na getirip surları ve şehrin ilk hikâyesini bir yakaza aynasından seyrettirmek gerek.
Sadece onu değil şu zavallı kitabı yazan Manguel’i de “Beş Şehri” gezdirmeden evvel buraya getirip, bir şehre “girişin” târihini okutmak gerekirdi. Sahi, medeniyetin beşiği ve eşiği olması gereken şehirlerin kanla değil, sabır ve aşkla fethedilebileceğini anlayabilir mi Manguel? Ontolojisinde var mı böyle bir kavram yahut ruh? Ontolojisi Hakk olmayanın “Bursa’daki İkinci Zamânı” okuması mümkün müdür? Yahut Bursa’nın ancak “İkinci Zaman"da okunabileceğini bilebilmesi mümkün mü? Manguel’i küçük gördüğüm için değil, bizim Manguel karşısında, Manguel’in nezdinde Batı’ya karşı kendimizi bu denli aşağı hissetmemize yanıyorum. Dünyada “Okumanın Tarihi”ni yazmış bir Arjantinli’nin “Tanpınar’a yabancıyım” demesine ve Türk edebiyatından ülkesinin ve özünün yabancısı olduğu için Batı’da ismi zikredilen iki üç yazar dışında hiçbir şey okumadığını söylemesine rağmen Tanpınar’ın izini sürmesi için bizdeki bu ısrarı anlayabilmiş değilim.
Gerçi Manguel’de anlamamasına rağmen sırf ısrar edildiği için geri çevirmemiş ve gezmiş Beş Şehri. Tanpınar’ın şehirleri anlatırken sadece Bursa’yı “ikinci zaman” olarak anlatmasını keşfedememiş olacak ki kuru bir Bursa olarak atmış başlığını. Sütün çürümediği, etin kokmadığı o halâvetli zamanı okumak için evvelâ anlamak gerek târihin gerçek seyrini. Tanpınar’ın “ikinci zamânından” da geçtim deminden beri “Prusias ad Mare” olarak anlattığı yerin Gemlik olduğunun sanırım farkında değil. Okumanın târihini yazmış bir adamın herhangi bir şehrin târihini “yüzünden okurken” dahî dikkat etmesi gerekli ayrıntılar aslında bunlar. Prusias dünyada bir tane değil. Prusa ad Olympum yahut Prusa am Olympos; Olimpos Dağı, bugünkü Uludağ’ın kenarındaki Purusa’nın ismi. Prusias am Mare; denizin kenarındaki Purusa demek. Bir de Düzce Konuralp’teki Purusa var ki ona da Prusias am Hypios; Hypios ırmağının kenarındaki Purusa deniyor.
İşte bu Prusa ad Olympum’un eteğinde kurulan bu şehri kanla ve vahşetle değil, sabır ve şefkatle almış ecdâdımız. Ortadoğu topraklarını haksız bir şekilde işgal eden ve her gün okyanus kadar kan öğüten Batı’nın yazarını Bursa’ya kadar gelmişken Pınarbaşı’nda oturtup şu tam karşıdaki fethin kapısından Oğuz’un nasıl girdiğini seyrettirmek, zamanın eteklerinden kırpıla kırpıla kesilmiş dünya hikâyelerini yeni baştan “okutmamız” lâzım gelmez mi idi? Şayet bunu yapmış olsaydık hiç olmazsa Bursa’nın başkent olma târihini 1335 olarak yanlış yazmaz 1326 târihini beynine unutulmaz bir hâtıra olarak kazırdı.
Osman Gâzı Hân ki ak pak olmuş sakalı ve iyice derinleşmiş gözleriyle şehirden evvel “insanı” fethetmesini öğütlemişti Orhan’a. İşte şurada bir hisar, içinde yiğit yeğeni Aktemur ve bir hisar da dağ yolunda, içinde Balabancık. Dağ ve ova köyleri Roma’lı askerlerin tecavüz ve gaspından kurtulmuş Türklerin muhafazasında emin ve huzurlu bir hayat yaşıyorlardı. Tekfur Kedes de halkına zulm etmekle payidar olamayacağını nasıl olsa bir gün anlayacaktı. Anlaması uzun sürmedi zaten. Yardım beklediği Kostantinopolis’ten “direnmeden şehri teslim etmesi” talimatı gelmişti.
Şairin tek bir kelimeyi beklediği gibi on beş sene beklemişti Oğuz şu fetih kapısından şehre girmek için. Maksadı toprak işgal etmek değil, o topraklarda yaşayan insanlara hizmet götürmek, nizâm-ı âlemi hâkim kılmak içindi. Her şey ilâyı kelimetullah içindi.
Sahi “ilây-ı kelimetûllah” nedir bilebilir mi Manguel? “Orhan zamânından kalma” o “duvar”ın hafızasına sinmiş tarihi Tanpınar’ın gözüyle okuması mümkün mü? Değil.. Kendi de söylemiş, söylüyor… Fakat bizde ki bu “ısrar” neden? İşte beni yaralayan ve düşündüren nokta burası.
Bursa’ya yüzyıllarca âbıhayat içirmiş bu yerde, Pınarbaşı’ndayım. Bursa’nın asırlık “Bayram yerinde”. Şehrin surları önünde yıllarca kılıç-kalkan talimatı yapan Alperenler’in kılıç ve kalkan sesleri geliyor derinden. Masamda çay ve Manguez. Karşımda fethin kapısı. En önde dedem Orhan Gâzi Hân, yanında Alâeddin Bey, Köse Mihail, Aktemür, Balabancık, Âhi Hasan… Giriyorlar şehre. Şefkatle ve adaletle. Kimsenin burnu kanamıyor. Tekfur Kedes Balabancığa emanet beş yüz atlıyla şehirden uğurlanırken vezir “ben sizinle kalayım” diyor. Gerçek hürriyetin Allah’a kul ve insanlığa hizmet olduğunu anlıyor.
Surlara bakarken gözlerimden yaşlar süzülüyor. Asırların tozunun gözlerimden kalktığı bu yer hakikaten gerçek bir bayram yeri. Romalılar için, insanlık için fethin kapısı. Şeyh Edebali’nin oğlu ilk salayı okuyor surda. Tekbirler getiriliyor. Tedirginlikle titreyen şaşkın halka bakıyor Orhan Gazi Hân. Şenlik veriyor, ziyafet çekiyor onlara, yediriyor, içiriyor, başlarını okşuyor. Kılıçlarından korktukları yiğitler kılıç-kalkan oynuyorlar. Bu kılıçların ve kalkanların onları öldürmek için değil, diriltmek için ve adalet için olduğunu anlıyorlar.
Yüzyıllar geçiyor. Asırlık çınarlar ve surlar hâlâ burada. Eşyânın hafızasını okumak için insana ikinci bir ömür gerek. Biz irfan ve terbiyemizi işte bu “ikinci zamanın” ikliminde kılıç ve kalkanları kendi nefsimize çeke çeke öğrendik. Nesilden nesile aktarılan bu rûh hiç kaybolmuyor. Taşların diplerinden yeniden ve yeniden fışkırıp her devirde diriliyor.
Hakikat şu ki; “okumanın tarihiyle” bir ömür kitap öğütmüş Manguel onca “ısrarımıza” rağmen Tanpınar’ın izini süreyim derken, yüzünden okuduklarını da mütemadiyen birbirine karıştırmış. Yeşil Câmi’yi anlatırken hiç olmazsa nezaketen Andre Gide’a benzer bir şeyler karalamış.
Her neyse…
Diyeceğim o ki; asırların süzgecinden incele incele gelmiş imrenilecek bir irfana, terbiyeye ve medeniyete sahip olanların “kültürel mirasını” har vurup harman savurduğu şu son demde “kendini bulmak” ve bir “varlık kazanmak” için başkalarına “avuç açmasının” ismi ve resmidir Manguel’e “ Tanpınar’ın İzinde Beş Şehri” yazdırmak!
Madem yazdırıldı, Manguez'e bu izi hissettirecek "haddeden geçmiş nezâket" mısraındaki her biri medeniyyet mayası olan üstatlarını tanıtmak gerekirdi. Başta hocası Yahya Kemâl'i anlatmak gerekirdi meselâ. Yahya Kemâl'i tanımadan ve anlamadan nasıl mümkün olabilir Tanpınar'ın izini bulmak? Çok uzağa değil, Hafız-ı Kütüb İsmail Saib Sencer'i, ilmin kâbesini hatırlatmak gerekirdi en azından şifa niyetine. Süheyl Ünver Hoca ve Turgut Cansever’den mahrum bırakmamalıydı. Ekrem Hakkı Ayverdi'nin kitaplarından haberdar edildi mi bilemiyorum. Fakat Nihat Sâmi Banarlı'yı tanısaydı keşke. Sadece davet etmekle ve gezdirmekle kalınmasaydı, "Halk-ı Cedîd Ruhu" anlatılsaydı ona, Manguel'e emek verilseydi azcık, “ikinci zaman”dan ve özümüzden bu denli mahrum edilmeseydi keşke! Tanpınar’ı oryantalizme kolayca feda edebilen “ısrarcı zoryantalistler” bu kadarını olsun becerebilselerdi keşke.
Hülâsa; mübarek günler insanın Öz’ünü keşfettiği ve kendine kavuştuğu gündür dostlar.
İşte o gün yeniden girebiliriz işgal edilmiş mahzun şehirlerimize!
Pınarbaşı’ndan, Fethin Kapı’sından, esaretten necâta nice fetihlere koşmamız temennisiyle…
Kadirşinaslıkla efendim…
11 Eylül 2019, Hüdavendigâr
Comments