Nasıl da kısacık aslında albümlere sığmayan hayatımız.
Sahi, kim bu albümlerdeki yüzlerimiz? Hep gelecek için çalışıp didinirken, albümlerde kaybedilmiş gençlik, eski filmlerde yitirilmiş hayatlar, eski şarkılarda kanayan aşklarımız gün gelir asıl ulaşılmazımız olur.
Oysa ulaşmak hep geleceğe akan bir nehir değil miydi? Günün siyasi söylemleri, kavgalar, mücadeleler, uğunarak geçen zamanda kaybolmuşluktan başka nedir ki?
Kelimeler… kelimeler… hepsi boş, hepsi boşluk…
Hadi geri döndürün geçmiş zamanı. Lüleli saçlarınızı. Hâlâ o peri yüzlü kız sizin değil, başkasıyla evlendiniz. Yahut hayatınızın aşkını buldunuz ama geç kaldınız. Hâlâ istediğiniz yerde, makamda, evde değilseniz. Babanız, anneniz, dedeniz, hocalarınız şimdi neredeler?
En çok kendinizle, kendinizde, kendi olduğunuz zamanlar; sustuğunuz ve kimsenin olmadığı kuytularda geçmişi, kaybettiklerinizi hatırlayıp ağladığınız zamanlar öyle değil mi?
Dünyaya gelmek elinizde değildi. Şu saatte, şu günde, şu topraklarda doğmak da… Ne saçınızın, ne de gözünüzün rengini seçmek elinizde idi.
Gariptir, daha bir damla su iken dahî tutunmaya çalışmışız varlığa. Varlığa; yani mevcûda… yani vücuda. Oysa bir tutunma yeri değil bu dünyâ. Neresinden tutunmaya çalışsan hep elinde kalan sükût ve hayâl…
Sükût ü hayâl!
Ne gençliğine tutunabildin, ne anne babana, ne eşine, ne sevgiline, ne makamına, ne de saltanatına. Gariptir, yeryüzünde mülkiyet elde etme iddiasında olanların hepsi de mülkünü bu dünyada bırakıp gitmeye mecbur kalmışlar.
Bütün bu şarkılar, bütün bu albümler, hüzünler hep-si mülkiyet derdinden. Oysa yarın terk edeceği şeylerin sâhibi olduğunu nasıl söyler ki insan?
Fakat insan anlayamıyor. Eşyada, aşklarda, sevgililerde parçalanmadan anlayamıyor bu macerayı. Anlayamıyor, bütün hikâyenin bir imtihan yolculuğundan ibaret olduğunu.
Dilin, yâni kelimelerin, yâni düşüncenin, yâni hayretin kökeninin işbu yolculukta olduğunu unutuyor. Bu yüzden bin bir duygu kesretinde uğunuyor insan, ağlıyor, öfkeleniyor, kırıyor, kırılıyor, acıyor, acıtıyor, üzülüyor, kanıyor insan hep kanıyor…
Ona bir rehber gerek! Hayatın, Hayy'dan geldiğini, kâinatta mütemadiyen bir akış ve şuur olduğunu hatırlatacak bir rehber.
Sebeplere takılmadan, araca değil, amaca yöneltecek bir akıl!
Ölümün bir yok oluş değil, geçiş olduğunu hatırlatacak bir rehber.
Gerçek hayata geçişin, nefsinden ve isteklerinden, arzularından vazgeçmekle mümkün olduğunu gösterecek bir terbiyeci.
İnsan, verdiği her canına- arzusuna- karşılık can, yâni vücûd bulan bir varlık. Bulduğu yer; vicdan! Bulunan; vücûd; yâni Hakk! Yâni; HAKK!
Hülâsa Hayy’dan gelip, Hû’ya giden bir seyr bu hayat!
Mülkiyet derdi bitmiş, sükûn bulmuş, razı olmuş, mutmain olmuş âşıkların yurdudur sükût. Sükût’un dili hikmettir artık. Feryadı bitmiştir çünkü.
Konuştukça susan kelimedir.
Kâmildir, mükemmildir.
Çünkü onun kelimelerini işitmek, susmayı huy edinmektir.
Sözden önce sükûtun yaratıldığını fark etmektir.
Yani dinlemektir.
Yani inlemektir.
Tersine akmaya başlamasıdır zaman nehrinin.
Kendi içine düşmesidir.
Yanmasıdır o kuyuda…
Yanmasıdır aklın, u/yanmasıdır kalbin.
Çünkü o yolcu değil, yolun bizzat kendisidir artık.
Yine de hep boş bu kadar söz biliyorum.
Zaten dilin felsefesini yapacaklara da söyleyeceğini söylemiş Şeyhim;
Bir gün olursan iki gözüm sen de aşka yâr,
Bu macerayı ben o zaman söylerim sana
Anlayanlar susmuş!
Saliha MALHUN
Comments