Hiç bir fikir kırıntısının bu âlemde kaybolmadığı ve hiç bir hikmet sahibinin de bu âlemde ölmediği, ikinci bir hayatta yaşadığı bir vakıa...
Kitab-ı Mukaddes’in ölüm konusunda öğretisi oldukça net. Ölüm, fiziksel bir ayrılma. Luka İncili’nin 16. bölümünde geçen Lazarus ve zengin adamın hikâyesi oldukça ilginç. İsâ Aleyhisselâm ölüm perdesini kaldırdığında insan için gidilecek iki yer olduğunu açıkça belirtiyor; cennet ve cehennem. Esâsında Hıristiyan teologlar da bunu eğip bükmeden çok net söylüyorlar. Yani ölüm yolculuğunda insanlar umumiyetle yaşadığını zanneder. Fakat insan her ne kadar hayatta olduğunu zannetse de esasında o ölüm ülkesindedir.
Gerçek hayatın ve mutluluğun, huzurun menbaını arayan mistikler, gnostikler ya da sûfiler için insan ruhunun bin bir eşikten atladığı zorlu imtihan konusudur bu.
Fakat içinde bulunduğumuz çağın toplumsal aklı artık bu kabil kavramları tahlil etmede oldukça yetersiz görünüyor. Çünkü çağın aklı, akıl değil, bizzat akılsızlık ve hipnoz!..
Antik düşüncenin Rönesans'a kadar az çok bu teraziye farklı mizan ölçüleri koyduğunu söyleyebiliriz. Fakat bir şey olmuş, düşünce katledilmiş, mizan bozulmuş dünyada. Düşünce, tefekkür, akıl boğulmuş bir kan kuyusunda. Kurduğumuz cümlelere geri dönüp baktığımızda kelime ve kavramların nasıl da garip bir can taşıdıklarını fark ediyoruz. Zira düşünce ve tefekkür iki farklı toprağın, kalbin menbâından çıktığı için gönle tesiri de elbette ki farklılık arz ediyor. Orta çağ papazlarının fikir adamlarına reva gördüğü katlin insanlık târihnin bin senesini karanlığa gömdüğünü hatırlayalım mesela.
Oysa bir çok fikir adamının yapmak istedikleri şey sadece bilim değildi. Aritmetik, fizik, kimya, geometri derslerinin yanında onlar bir öğretinin devamcısı idiler. Sokrates ve Ploton’un, onların da Hermes’ten aldıkları, Keopsun en yüksek kütüphanesinde saklanan ve dördüncü semâda diri olan bir elçinin öğretisiydi bu. Çünkü bilginin kaynağı vicdandı. Bu cevher parlamadıkça bilginin akıl süzgecinden tefekkür süzmesi ve hikmet imal etmesi asla mümkün olamazdı. İslam Tasavvufu da evvela bunu öğretiyordu. Tasavvuf, benlik kuyusunun dibinde, öteki beni karşısına alıp, kendini hesaba çekmeyi, nefsi hesaba çekmeyi, yaptıkları karşısında kendini kınamayı murakabeyi öğretiyordu ilk olarak. Çünkü asıl huzur, bu muhasebenin sonunda elde edilen bilgi ve edinilen yeni haldi.
Vicdânı ve nefsi hesaba çekmek, gerçek akla ulaşmanın belki de ilk basamaklarından biriydi. Şuur bulanıklığı ve serkeşliğin, insanın çamurundaki o balçık içinden ilk çıkış hamlesi.
Bu hamlenin önünde ise onlarca mâni ve yüzlerce çelme var. Yedi deryayı geçip, yedi denizden su içebilenlere aşk olsun.
Kadirşinaslıkla efendim.
Eser; Gitto Di Bondone ''Lazarus'un Dirilişi, Assisi S. Francesco Kilisesi 1297-1300
Commentaires