“Neler yazıyorsun yine?”
“Hikâye…”
“Hımmmm…”
“Hımm ya… İşte öyle…”
“Anlatsana biraz, merak ettim hikâye kahramanını.”
“Anlatayım mı? Biraz tuhaf aslında…”
“Olsun alışığım zaten sendeki tuhaflıklara.”
“….”
“Adı ne hikâyenin?”
“Kendine İyi Bakan Kız?”
“Efendim?.. Ciddi misin?”
“Evet, hikâyenin adı bu? Neden şaşırdın, olamaz mı?”
“Olur canım, neden olmasın? Hem… Ben senin kadar anlamam sanattan. Anlatsana biraz…”
“Hikâye kahramânım bir hikâyeci. Bir çeşit yazar hastalığına yakalanıyor. İşte bilirsin arada sırada tutar bazı yazarları…”
“Hayır, bilmiyorum anlatsana biraz.."
“ Hikâyem…”
“Evet…”
“Günlerdir uyuyamıyordu. Çünkü hikâyelerini yazarken kullandığı dil çok ağır bulunuyordu bazı edebiyat çevrelerince. Ne zaman bir dergiye yazı gönderse; “Sûde Hanım kullandığınız dil çok ağır, lütfen biraz sadeleştirin. Günlük dili kullanın. On sekizinci yüzyıl Osmanlıcası ile bir yere varamazsınız artık. " gibi tepkilerle karşılaşıyordu.
O da eski kelimeleri atıp yenilerini kullanmaya başlamıştı. Bununla birlikte bir göç başlamıştı hikâyelerinde de. Kahramanlarına ruh veren kelimeleri kırmıştı sanki. “Deruhte”, “imkân” müşahit”, daha bir çok kelime ondan ümidini kesmiş, bir melâlle eski ırmaklarına doğru gerisingeri uzaklaşıyorlardı. Onlar gidince, yerine gelen kelimeler bir kaktüs gibi bitiveriyordu hikâyelerinin çorak vadilerinde.
Eskiden kendisine ait büyük berzah aynaları vardı ruhunda Sude’nin. Hayatın içinden kopup gelen nice hikâyesiz yüz, onda misafir olur, sonra da uçup giderlerdi kimlik kazanmış ruhlarıyla.
Oysa şimdi… Şimdi o kocaman berzah aynalarının olduğu yerde derinliği olmayan kapkara delikler, dehlizler açılmıştı. Düşleriyle birlikte o dehlizin içine çekilip, kâinatta hiçbir ses ve iz bırakmadan kaybolup gidiyorlardı. Hiç kimse duymuyordu onları. Sonra bir gün…
“Evet bir gün…”
“Bir gün uyandığında içinin bomboş olduğunu gördü. Geceliğinin içinde, gövdesinin tam ortasında kocaman bir boşluk açılmıştı. Kozmik bir fırtına esiyordu sanki orada. Yazarken kullandığı kelimeleri içine çekiyordu. Onları tutamıyordu. Gövdesinde açılan bu boşluk için doktora gitmek istediyse de vaz geçti sonra. Nasıl olsa hastalığına çare bulayacaklardı.
Artık hiç hikâye yazamıyordu. Zaten çok geçmeden vazgeçti yazmaya çalışmaktan da. O da diğer insanlar gibi yaşamaya karar verdi. Bir lokantada aşçı yamağı olmaya bile razıydı. Ya da bir belediyede temizlik işçisi. Simit satan çocukları, terzi Makbule Teyze'nin çıraklarına bile özeniyordu. Oysa nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın, içindeki boşluğu dolduramıyordu. Bazen aynanın karşısına geçip o boşluğu pamuklarla doldurmaya çalışıyordu, ama olmuyordu. Bazen de en sevdiği şeyleri saklamak istiyordu orada. Ancak koyduğu her şey, bir süre sonra kozmik rüzgârlarla kaybolup gidiyordu. Bu dipsiz boşluk bir gayya kuyusuydu sanki.
Günler böyle geçti. Gerçi zaman geçtikçe içindeki gayya kuyusu onu daha az korkutmaya başlamıştı. Alışmış gibiydi onunla yaşamaya. Bazı sabahlar uyandığında, aynanın karşısında giyinirken, elini gövdesindeki boşluğa sokup kendiyle şakalaştığı bile oluyordu. Ayrıca içindeki o hikâye yazma hırsı da geçmişti sanki. Artık aldırmıyordu yazarlığa, çizerliğe! İyi bir hikâyeci olma iddiası da yoktu. Şimdi çok sakin ve dingin bir hayatın içinde akıyordu.
Yani kendine çok iyi bakmaya başlamıştı Sude…
“Nasıl yani?”
“Basbayağı işte… Bir gün…”
“Evet bir gün?..”
“Bir gün tesadüfen katıldığı bir sanatsal etkinlikte yine dili, üslûbu yüzünden biraz hırpalanmıştı. Hiç birine karşılık vermeden eve dönmüştü. Duş alıp yatmayı düşünmüştü. Aynaya baktığında ilk defa kendi bedenine acıdığını fark etmişti. Kendi, sanki başka bir kendi olmuş, aynadan ona bakıyordu. Nekahet dönemindeki bir hastanın hassasiyeti ile duşa girdi. Kendini yıkayacak hâli bile yoktu. Gözlerini kapatıp suyun altında durduğunda için için ağlamaya başladı. Acı çekiyordu. Sanki ciğerlerinin altında garip bir yanma hissediyordu. Kimse derdini bilmiyordu. Ve derdinin çaresi de yoktu. Kendini acayip bir varlık gibi hissediyordu. Su tenine değdikçe garip bir koku hissediyordu. Kafurun kokusu gibi bir şey… Sanki Azrail elinden çıkmış bir ölü gibi hissediyordu kendini. Bir ara gözlerini açtığında yere kan aktığını gördü. Gövdesine baktığında içindeki boşluktan kan boşaldığını fark etti. İçinde duyduğu ıstırap o kadar derindi ki, suyu fazlaca, yakacak kadar sıcak açtığının farkında bile değildi. Suyu ılıtıp banyodan çıktı.
İnsan kendi kendine merhamet duyabilir mi? O duyuyordu işte. Hani, can ciğer evlâdın büyük bir uçak kazasından kurtulur ya? Ya da deprem enkazı altından sağ sâlim çıkmıştır anan baban? İşte onlara sarılır gibi sarılmıştı kendine. Ya da senelerce hiçbir haber alınamayan bir kayıp ailesine döner ya? Sanki öylesi bir uzaklıktan çıkagelmişti kendi ruhuna.
Çoğunlukla sahaflarda dolaşıyordu. Kitap sergilerinin önünden geçerken kimi gün Refik Hâlit Karay’ın “Nilgün”ünü, kimi gün Ömer Seyfeddin hikâyelerinin hoyratça kullanılmış sayfalarını düzeltip, tozlarını alarak yerine koyuyordu. Aslında içindeki bu derin kovukta yaşamaya alışsa da, bu derin yalnızlığa ne kadar tahammül edeceğini de bilemiyordu.
Artık hiçbir toplantıya katılmıyordu. Zaten hiçbir sanatsal "etkinliğe" de çağrılmamaya başlanmıştı. Bu kelime de ne demekse... Ara sıra dâvet edildiği toplantılara gittiğinde ise sıradan bir okur gibi dinliyordu onları. Kalemini hiç beğenmediği yazarların yanında bile sıradan bir hayran, bir okur gibi davranıyordu. Ancak kimi okurlar ona bu hâlinden dolayı kınayan gözlerle bakıyorlardı. Bir yazar nasıl olur da okurunu hayâtın içinde böylesine terk edip giderdi. Basıp gitmek, bu kaçış ne demekti? Bencil buluyorlardı belki de onu.
Bazen de hocaları merâk edip yanlarına çağırıyordu. Gerçi onlar da kızıyorlardı toplumdan kaçmasına. Fakat ona duydukları sevgi, bu kızgınlıklarını örtüyordu bir yerde. Ne de olsa evlât gibi benimseyip, emek vermişlerdi. Zaten kendisinde de o eski yapay saygı hissinden fazla bir şey kalmamıştı.
Sude önceleri üzülüyordu kendi hâline. Ne garipti aslında şimdi kendini daha fazla hür hissediyordu. Cemiyet içindeki kendini, sanki başka bir mıntıkadan izliyor gibiydi. Bu vasat bataklık havada kim bilir başına daha neler gelecekti. Eskiden yazılarını övdüğü, haklarında gazetelerde yazdığı yazarları şimdi çok rahatlıkla tenkid ediyor, yerden yere vuruyordu.
“Vaaayy… Amma cesaretlenmiş kendine iyi bakan kız! Peki, o büyük yazarlar ne diyorlardı bu duruma?”
“Ne diyecekler, kızıyorlardı pek tabiî ki… Hatta onu dengesiz olmakla suçluyorlardı. Fakat, bu durum Sude’nin hiç de umurunda değildi.”
“Neden?”
“ Çünkü gövdesindeki o dipsiz boşlukla yaşamaya alışmıştı. O boşlukta sadece derin bir “sızı” vardı. Necip Fazıl, beyninde zehirden bir kıymık gibi hissetmiş o sızıyı.
Şimdi o sanat âlemindeki ikiyüzlülüğü çok iyi tanımıştı. Menfaat ilişkilerini, çarkların nasıl döndüğünü, en muhafazakâr görünenlerin bile gerçekte nasıl çıkar çevrelerinin hizmetçisi olduklarını, sırf bu yüzden kaç kalem harcadıklarını, çeşitli anma günü vesaireler ile nasıl göz külleme yaptıklarını, gerçekte andıkları o büyük sanatçıların ideoloji ve ruh dünyasından ne kadar uzakta durduklarını fazlasıyla, hem de içi oyularak öğrenmişti işte böyle. Onları tıpkı ölülerin sırtından geçinen mezarlık okuyucularına benzetiyordu. Çünkü samimi olmadıklarını pekâlâ iyi biliyordu.
Bu yüzden daha tutarlı davranmaya ve yavaş yavaş yazmaya başlamıştı. Hırpalanmaktan eskisi kadar etkilenmiyordu. Eskiden, yani o âlemin çirkefliklerinin, ikiyüzlülüklerinin, ahlaksızlıklarının henüz farkında değilken, okurlarının karşına her zaman sevgi dolu, şaheserler yazan, gizemli biri olarak çıkmak için elinden geleni yapardı. Çocukça duygulardı onunkisi. Şimdi ise aldırmıyordu bile. Nasıl anlarlarsa anlasınlar kendisini. Cemiyetin önünde misyon yüklenmiş biri değildi artık. Sıradan basit bir kızdı işte. Böyle olunca kimse önünde ikiyüzlü ve zorlama ıkınışlarla eğilemiyorlardı. Kendisi de etrafındakiler de son derece sade ve sıradandılar. Üstelik, bir hikâyecinin içindeki süzgeç ve teleskoplarından da kurtulmuştu. Şimdi daha özgür hissediyordu kendini. Sokaklarda karşılaştığı ilginç tipleri, denizde oynaşan yakamozları, bir çocuğun annesine sarılışını, sevgililerin sokakta sarmaş dolaş yürüyüşünü, savaşları, kavgaları, içindeki o yapay hikâyecinin, kitaplarda anlatıldığı şekilde, olması gerektiği gibi tahlil etmeye uğraşmıyordu. Yazarlık hakkında okuyup öğrendiği her şeyi kusup atmıştı içinden. Fakat…
“Fakat?..”
“Fakat o bir yazardı. “Aynadaki Münzevi”ydi. Düşler, kelimeler, izler olmadan yazamazdı ki. Hem, yazmasa yaşayamazdı. Zaten gövdesinde açılan bu boşluk istese de kapanmazdı kolay kolay. Ona çok acı verse de yazmaktan kurtulamazdı. Lâkin şimdi eskisi gibi yazması da imkânsız bir şeydi! ”
“Neden?..”
“Çünkü, hikâye kahramanlarıyla aralarında anlaşacakları bir dili kalmamıştı. O ne kadar yazarsa yazsın, ne kadar anlatmaya çalışırsa çalışsın, onun görmesini istediklerini görmeyecekti kahramanları. Ve hangi kurgunun içinde olurlarsa olsunlar, asıl vatanlarının nerede olduğunu hiçbir vakit kavrayamayacaklardı. Çünkü…"
“Çünkü?..”
“Çünkü, Sude’nin içindeki o derin boşluk bu dünyadaki hikâyeler yüzünden değil, hikâyesizlik yüzünden açılmıştı.”
“….”
“Bitti mi?”
“Yoooo… Bu hikâye hiç bitmez ki…
O ölene dek devam edecekmiş."
Saliha MALHUN
Comments