Batı'nın gölgesinde düşünmeye başladığımızdan beri kendimize dair hikâyemiz de bitti bizim!
Çünkü bu âlemdeki en büyük hikâye insanın kendinden kendinde olan yolculuğudur.
Bir öykücü ve hikâyeci değilim ben. Bu sebeple bu konuda ahkâm kesecek değilim. Ancak kendimdeki bu hikâyesizliği kadim şehirlerin surlarına, selâtin câmilerin ulu minarelerine, revaklarına bakarken düşündüm hep.
Düşündüm ve neden hikâye yazmak istemediğimi anlamaya çalıştım.
İnsan şehirden uzaklaştıkça, daha doğrusu şehre uzaktan bakınca insanlığın o büyük serüvenini okuyor yahut okuma ihtiyacı duyuyor.
Oysa medeniyetin temelinde şehir var, insanlık var ve insanlığın o kadim hikâyesine şahitlik eden mîmârî var.
İnsan, indirildiği bu yeryüzünde öncelikle kendini güvende hissedeceği bir mekân yaratmak istemiş. Sonra güvende duyacağı bir eş, bir aile, dostlar, şehirler istemiş. Tabiata dost olduğu nispette tabiat da bütün varlığıyla dost olmuş onunla.
İnsan bedenini barındığı mekânlara ve yakınında olduklarına emanet ederken kalbini de bütün bu yerleri, gökleri ve evreni yaratanın kalbine emanet etmek istemiş.
Yaşarken de ölürken de bir mekân tutmuş kendine.
Kendiyle birlikte Rabbine de.
Bütün o kutsallık atfedilen dağlar, göller, nehirler hep o kalbini emanet ettiği Yüce Rabbe yakın olmak için.
Bu sebeple kalbini bağlayacağı ve Rabbi ağırlayacağı yüce mekânlar inşâ etmiş. Taşları kayaları oymuş önce. Sonra katedralleri ve câmileri ve kubbelerini yüceltmiş göklere.
Her zaman en yüceyi en yüce olana atfetmiş. Kendine de o yüceliğin kenarında köşesinde bir köşecik edinmek istemiş. Kim bilir yüzyıllar önce İsa'ya inanan kaç İsevî sevdiklerini dinini gizlice yaşadığı o dehlizlerin kalbine gizlemiş.
Gariptir, kendini Hakka adayan insanlar yüceyi ve yüceliği hep bu toprağın kalbine gömdükleri yerlerden yükseltmişler. Selçuklunun şehirden uzak türbelerinin bir köşeciğini süsleyen sevgiliyle olma yeri yani mihrap ayrılmamış mekândan.
İlk Hristiyanların gizli dehlizlere gömdükleri ölülerini şapeller ve katedrallerin kalbine gömmeye ve biriktirmeye devam etmiş.
Günlerdir şehirlerin hazîrelerinde, manastırların ve şapellerin derinliklerinde yatan binlerce ölü meşgul ediyor zihnimi.
İnsanın zevâl bulduğu mekânlarda kendini ulu mabetlerin kalbine düğümlemesi ne garip. Kalbini diriltmek isteyen sâliklerin türbelerin şefkat dolu sinesine sığınması hastaların manastırların ve katedrallerin loşluklarına başını dayaması şifa istemesi ne garip.
Demir bir kazıkla ruhunu mabedin kubbesine bağlayarak Rabbın katında ve her an huzurunda olmak...
Ne ki her toplumun kendine özgü bir ontik kordonu var. Eğer kendine ait ontik kordonu kaybederse anlaması, okuması ve yorumlaması zor bu hayatı, toplumu, kendini ve bütün bir âlemi.
Bu yüzden karşı değilim hiç bir düşünce ve inanca. Fakat ontik kordonların karışmasından dolayı bir karmaşa var bugün yeryüzünde.
İnsanın kendini bir inanca, bir cemaate ait hissetmesi yetmiyor. Mabedler ve ibadetler Hakla olan münasebetin sürekliliği için bir sembol. Temelde esas olan o sürekliliği fethetmek ve anlamak!
Evvelâ mabetler ve ibadetler niçin var anlamak lâzım. Sûfilik tekke ve câmilerin loşluklarında elini kalbine koyup mistisizmi tatmak değil inandığı yahut anladığı şeyden kendisine verilen hikmete bakmak demek.
Antik Yunan buna Sophos demiş.
Ploton'un o kendi içinin mağarasına sığınan ve oradan mağara dışına yükselttiği aklının ışığından gördüğü hikmete karşılık putperestlikle yoğrulmuş kilise babalarının orta çağın başına ördüğü o taassup bugün ki İslam anlayışından çok mu gayrı dersiniz?
Sufi duruş, tennure takıp dönmek değil, farklılıkların içinde kendi öz gönlüne dönmesi ve anlaması, tahlil etmesi insanın.
Yıllarca Allah'ın bizden istedikleri konusunda yalan söylediler bize! Hâlâ söylemeye devam ediyorlar televizyon vaizleri! Allah namazda elleri şöyle bağlamayı, şöyle niyazda durmayı istiyor diyorlar. Allah'ı bırakıp neredeyse ibadetlerine tapıyorlar!
Oysa şehadetin temelinde anlamak var.
Dervişlerin zikir halkalarında, cemaatin aynı anda yatıp kalkmasında, kilise korolarında ve tabiatta salınan ve her bir varlığın kendi varlığından taşan o ritimdir birliğin kalbine bağlanan kordon.
İnsan sadece bu güven hissini duymak için bağlanıyor o birlik tevhid ritmine.
Türk düşüncesinde bunu temsil eden kavramlardan biri kudüm ve kös. Zekâi Dede'nin o eşşiz bestesindeki "kûs" hep bu anlamaya remz. Ve o eşsiz tezyin hep bu vahdet içinde Hakka bağlanma, tutunma gayretinden başka nedir ki?
Ârifler Hakkın sûreti demiş kendisine. Hristiyan babaları ise Tanrının yüzünü mübah kılmış Musevîliğin katılığına rağmen.
İnsan en çok zevalinden korkmuş bu dünyada. Ve sadece vâr olmak yetmemiş, ayrıca tamamlanmak da istemiş.
Tâ ki Hakk'da yok olana dek.
Dervişlerin ve mistiklerin dağlara çıkıp kırlarda otlarla çiçeklerle ilâhi söyleyişi ne gariptir. Şehirde parçalanan varlığını tekrar birliğe kavuşturmak istemesinden başka bir şey değildir bu hal...
Gürültü ve karmaşıklığın yurdundan sükût ve dinginliğin kalbine yolculuk...
Hatta sığınma!
Dingin olana, her ân Hakk'ın merkezine bağlanıp o yörüngede dönmektir sema etmek.,, Hakk ile olan o ânın ritmini kalbinde duymak...
İşte bu yüzden huzuru yakalamıştır derviş. O'nda oluşun akışına eşlik ettiği için.
Büyük bestekârların duydukları o eşsiz ritim hep bu ilâhi birliğin tezahürüdür. Özünde ritmi, zikri, âhengi ve şuuru, yani anlamayı barındırır.
Özünü o merkeze, o merkezin temsilcisi Kutbu'l Aktâba ayarlar. O her şende Hakk ile olandır. Hakk'ta yok olduğu için sırdır insanlar içinde. Herkesin gözünün önündedir ama bilinmez. Kör kuşlar onun himmetiyle doyar, rotasını yitiren gemiler onunla okyanusta bulur yolunu.
***
Şehrin en yüksek tepesinden şehri ve şehirlileri izleyen Üftâde Tekkesi ile yalçın kayalıklarda yükselen manastırlar ve insanlığın varlığından beri Allah'ın evi olan kutsal Kâbe, insanlık sonsuz keşmekeş içinde çürürken dahî olduğu gibi, olduğu yerde kalanı, o yüce Hakkı hatırlatır.
Bozulmayan ve çürümeyeni...
Bu yüzden şifa bulur hastalar o tavafta ve zamansızlıkta. Çünkü Hakk'la olan o eşsiz anda ve anlamada ebedî dirilik vardır.
Kutsal kitaplar bu sebeple hep bir zamansızlıktan seslenmiş insan muhayyilesine. Çünkü geçmiş geçmiş olduğu için yoktur, gelecek ise meçhul. Ârifler bu sebeple ânı işaret etmiş.
Boşlukta salınanlar ve Hakkı talep edenler için muhayyile yani anlamak kanatlanmaktır.
****
Bütün bunlara nereden geldik?
Günün İslamcı yahut yeni Osmanlıcı entelijansiyasının "san'at ve ikonografi yahut ikonoloji" kavramlarıyla arasında bir ünsiyet olduğunu düşünmüyorum.
Çünkü onun bizzat İslâmi ve insânî olanla da arası açıktır.
Hikâye ettiği hayât ve övündüğü geçmişin şehrin târihi mekânlarıyla irtibatı irfânın değil, mutlak bir şekilciliğin tezahürüdür.
Kendi düşünce sistemi ve varlığı algılayış biçimini bilmediği gibi sık sık diline doladığı ve kendini şeklen modern hissetmesine yarayan Virginia Woolf, Foucault gibi Batılı sanatçıların diyalektiğine ve ontolojisini de yabancıdır.
Cumhuriyetçi resmî târih, kendine ait mimârinin bir ikonolojisi olduğunu dahî bilmiyor!
Peki İslâmcı entelijansiya bunun farkında mı?
Kendi irfâni geleneğine, mûsikisine ve san'atına, anlama modeline küfür gözüyle bakan entelijansiyanın bir ikonografi yahut mîmârî anlayışı var mı?
İşin garip yanı bu ülkede özünü inkâr edenlerle, özünü temsil edenlerin mahrum oldukları kavramlardır ikonoloji ve ikonografi!
Bu noktada bize lâzım olan, bunları bilmeyen entelijansiya değil, bilmediğinin farkına varan, eksikliğini fehmeden entelijansiyadır.
****
Batı mutlaklığın peşini bırakalı çok oldu.
Hegel yaşasaydı yine Şark’ın esmâ aynalarından yansıyan o sonsuzluğa âşık olacaktı.
Nevton yaşasaydı Arabî'nin içten dışa, dıştan içe bakan o rüyâ kapısında sonsuz secdeye varacaktı.
Leonardo, Floransa mâbedlerine ilâhî olanı resmeden Rafaello, eşyânın ardındaki ruhu arayan Michelangelo yaşasaydı kâinattaki bütün çizgilerin, yeryüzünün bütün tektonik biçimlerinin, çokluktaki o birliğin peşine bir ömür beyhude koştuğunu anlayacaktı.
Wirjinya Wolf kadar kendi kaynaklarının peşine düşmeyen bir entelijansiyanın edebiyat tezgahlarından bir Şeyh Gâlip Dede çıkmasını bekleye bilir miyiz?
Elbette dünyadaki bütün milletler kıymetlidir ve her milletin muhakkak birbirine sunacağı zengin bir irfan ve kültür sofrası vardır. Ve her millet birbirinden pekâlâ zenginleşebilir.
Ancak dünya üzerinde köksüz, bağsız, kimliksiz dolaşan miskinlerden olmak istemiyorsak, bizim de dünya irfan sofrasına sunacağımız bir şeylerimiz olmalı ve hem de başköşede bağdaş kurmalı değil mi?
Bugün "Keloğlan, Deli Dumrul, Küçük Şehzâde" kaç hikâyecinin eserlerini süslüyor?
Varsa yoksa Virjinya Woolf, Gülün Adı, yahut Rimbaud!
Hayır, küçümsediğimden değil lâkin bizdeki tam bir hafıza kaybı!
Ulysses’i herkes anlamıyormuş ama yazmış Joyse bütün hâfızasıyla…
Alev Alatlı’nın meşhur “ Schrodingerin Kedisi'nde" vurguladığı “afazi” vak’ası tam da içinde bulunduğumuz hâldir!
Mevâna Celâleddîn-i Rûmî, Büyük Yunus, Ali Şîr Nevâi, Şeyh Gâlib, Yusuf Has Hâcip ya da Fuzûli’mizdeki öz(ü)gür ve öz(ü)gün hâleti ruhiye ve cesâretini yeniden kuşanmalıyız…
Bu sabah çok sevdiğim Yâkut Edebiyatı’nın kurucusu "Platon Oyunski’yi" düşündüm...
Koltuğunda “Umberto Eco” taşımanın bir nevi entellik alâmeti sayıldığı ülkemde, benim koltuğumun altında “Sırdıgınan Sıcaayan” ( Işıkla Parıldayarak) niye yok?
“Aşksızlara öğüt verme!" demiş Büyük Yunûs'umuz.
Yoksa eksik olan aşksızlığımız mıdır?
Cümleye kadirşinaslıkla efendim.
Salİha MALHUN
Comments