Ameno, New Age bir grubun dinleyenlerde hastalık derecesinde bağımlılık yapan oldukça ilginç bir müzik parçası. Gregoryen tarzı müzik yaptıklarından ilk etapta kulağa kilise müziği gibi gelen bu parçanın klibi de haylı ilginç.
Bu meretin sözleri Lâtince. “Ameno dori me interimo adapare dori me” diye başlayan şarkı tekrar nakaratlarla devam ediyor. İnternette klibin hikâyesi hakkında bir bilgi yok yahut ben rastlayamadım. Fakat şöyle diyor; “Beni içine (içeri) al, özümse beni.”
Klip, on beş yaşlarında bir kız çocuğunun dağ başında arkadaşları yahut kardeşleriyle birlikte gezerken rastladığı eski bir taşa (kitâbe, anıt) dokunmasıyla belli belirsiz bir takım görüntü ve hâtıraların zihninde canlanmasıyla başlıyor. Hatta sadece zihninde canlanmıyor, âdetâ kendisi de o hâtıralara “dönüşüyor.”
Gariptir, taş, kendi içindeki sonsuz zekâyı idrak edemezken, küçük kız göremediği zekâsıyla taşın hâfızasına nüfuz edebiliyor.
Bir insan, taşın bilmediği sırrı neden öğrenmek ister ki?
Klibin senaryosu da bu bakımdan ilginç. Çünkü hâfızayı sadece insan beyninin et parçasına yüklemek haksızlık olacak. Video klipte taşın hâfızasındaki “hâtıra” ile kahraman arasında “algı” bakımından “öz”de bir yakınlık fark ediliuor.
Asıl anlamamız gereken de bu!
Bizler, “dönüşümün" sonundaki kemâli, taşı, kızdan ayrı bir nesne olarak algıladığımız için düşüncelerimiz de binbir parçaya dağılıyor. Bütünü görmemiz, bizim de o seyrin içinde olmamız, hâdiseleri ve sembolleri okumamız müşkülleşiyor.
Çünkü kızdaki dönüşümün sırrı ne taşın hâfızasındaki hâtıralarda ne de kızın gözlerinde. Bizzat taştaki kendini “görüşünde” ve gördüğü anda “oluşunda!”
Kızın dönüştüğü zamanki kıyafetlerine bakılırsa bir Ortaçağ Avrupası dönemi.
Oturdukları taşın arka tarafında, uçurumun en tepesinde bir kale görünüyor. Taş, hâlâ kıza; “beni içine al ve özümse, anlaşılmayan işaretleri anlat” diyor.
Ameno kelimesi ilk önce “Amen” kelimesini hatırlatsa da, burada bir “tapınmaktan” ziyâde “tanınmayı”, “anlaşılmayı” isteme hâli var.
Eğer işin içinde “tapınma” değil de “tanınma” varsa Hıristiyan ve pagan inanışının dışında daha “irfâni” bir şeylerin olduğunu sezebiliriz.
Şu hâlde şarkının ilk etapta algıladığımız bir Hıristiyan ilâhisi olmaktan ziyâde, taşın içindeki hâtıranın ve seslenişin “ilâhi” olmasıdır. Kızdaki “dönüşüm de bu ilâhi “oluş”un bir tezâhürü.
Ne tuhaf değil mi, kızın her gün aynaya bakarken değil de, dağ başındaki bir taş kitabede kendini seyri, görmesi ve dönüşmesi…
Her ne kadar klipte bir şövalye atıyla dörtnala koşup gelse de, bu hikâyenin bilinen Teypliye Şövalyeleri’nin hikâyeleri ile ilgisi olmadığı kesin. Nasıl olsun ki? Hangi Tapınak Şövalyesi böylesine üzerinde bir taş bile bulunmayan bir dağ başında yaşayıp da ölmek istemiş ki?
Dünya hikâyeleri ne kadar çoğaltılsa da özünde Hak ile Bâtıl olanın bir mücadelesi değil mi bu dünya?
Peki ya “Bâtın?”
İşte taş dile gelirken “beni üzerinde sadece birkaç eski yazı ve semboller olan zamanı bitmiş bir taş olarak görme, beni içine al, beni özümse ve üzerimdeki bâtını, işaretleri açıkla” diyerek adeta direktifler veriyor kıza.
Öyle mi?
Hayır… Bu da bir algı yanılgısı.
Kendisini açıklamasını isteyen taş değil, kızın kendisi.
Kız taşla, taşın ardındaki mânâyla, mânâsıyla, konuşuyor.
Şu an dünyanın kaybettiği bir anlayışla “özünü” başka bir parçada aramıyor. Kendini, kendindeki kendini görebilmesi için o kendine ait olanı başka bir parçada aramıyor.
Oysa insanlığın en büyük derdi bu değil mi, bulmayı sahip olmakta ve mülkiyette sanıyor.
Eşyânın hafızası tarafından fark edilmek ve izlenmek ne tuhaf…
Bu boyuta sıçramak için kaybolana dek derinleşmek gerek… derine… daha derine…
Şarkının ilerleyen sözlerinde sır biraz daha kendini açıyor bize. Kız “sâhip” olacağı değil, “âidi” olduğu bir öz’e yakarışta bulunuyor… Aidi olduğu bir anlayışın, kültün yahut kültürün, inancın şehâdete erenlerinden himmet dileniyor âdeta; “Bana savaşı ve Martyr gibi şehit ruhları açıkla diyor.
Belli ki kız özünde bir “insanlık ve varoluş yahut yok ediliş, üzeri örtülüş” ağrısı çekiyor, belli ki yara almış özü en derin yerinden. İnsanlık da bu yaradan nasibini almış.
Klipte bunun izlerini görmek mümkün… Yakılmış köyler ve işkence, katliam izleri…
Peki, ne olmuş Avrupa’nın âdeta kalbine saplanmış bu Haçlı mızrağı neyin nesi, bu savaş, bu şehitler?
Klipteki kızın da New Ageli müzisyenin de bir derdi varmış… Varmış ki böyle bir şarkı yazmış. Olmasa neden bu kadar derinden bir çığlık atsın ki sana duyman için. Üstelik de Lâtince…
Bir yakaza hâli klipteki.
U/yanmak için dalınmış en derin bir gündüz düşü…
Kendini unutacak kadar özüne dalması insanın, geçmişine…
En çok geleceğine… üstelik şimdide… ân’da, ânında, birdenbire… an/ladğında…
Daha fazla kafanı yormayayım istersen…
Hayır, düşündüğün gibi bir Mesih hikâyesi değil klipteki.
Gizlenen, saklanan, üzeri örtülen acıların hikâyesi sâdece!
Bâtınî bilgileri derununda yaşatan bir insan topluluğu Katharlar. Fransa’nın güneyine sırtını verip, başını en yüksek dağlara yaslayarak “kartal yuvası” gibi kalelerde yaşamışlar. Klipteki Kathar Şovalyesi atıyla Aude Nehri vadisinden geçerek Pirene sıradağlarının eteklerinde bulunan Montségur Kalesine koşuyor. Kızın ve yanında kendinden küçük kardeşlerinin bulunduğu kaleye. Turistik bir yer burası. Yöre halkının dile getirmese de hâlâ derununda yaşattığı ruhuyla…
Belki de bir gün yolu düşürüp gezmelisin bu kalbi haçlı kılıçlarıyla parçalanmış sinesi hâlâ kanayan şehirleri. Bilhassa Carcassonne’un bir Orta çağ yalnızlığında uğunan eski sokaklarında, kendisine sığınan binlerce Katharlı’nın katledildiği o büyük ve büyülü Montségur Kalesi’ni tanımalı ve anlamalısın.
Her ne kadar her yerde şimdi Râ’nın gözü hüküm sürse de, yüzyıllardır Hermesî bir yol da var dünyanın gizlilerinde. İdris Nebî’nin, Platonun, Hızır’ın, İsa’nın, Elyas’ın, Sühreverdi’nin, Yunus’un, Arabî’nin, Konevî’nin ve daha nice dervişlerin yürüdüğü yol ve bu yolun izleri var hâlâ yeryüzünde.
Orfe, çaldığı liri ile insanları irşâd ederken, suçluyu ve kötüyü değil, suçu ve kötülüğü ıslâh etmeye çalışmıştı. Töre’den türemiş her hareketin ardında hep bu töreye insiye olmuşları, uymuşları, arınmışları, erimişleri, ermişleri aramak gerek.
İşte dünyanın ve insanlığın bu “arınışına” karşı Râ’nın gözbebeği, Nefilim soyu boş durmamış, İznik Konsülüne oradan bütün bir dünyâyı saran şeytâniyetle inanmışlara ve arınmışlara kan kusturmuş târih boyunca.
Katharlar da onlardan biri sadece.
Üstelik de Avrupa’nın kalbinde!
Üstelik de Papa’nın bizzat emriyle!
Üstelik de yakılarak, engizisyon mahkemelerinde yargılanarak, işkencelerden geçirilerek!
Ve daha ilginci “engizisyon” denilen belâ ilk bu “sapkınlar ve periler” dedikleri bu ârif ve bilgili insanları yok etmek için kurulmuş!
Ne garip, Avrupa katletmeye ilk önce kendi kalbinden başlamış. Şimdi ondan merhamet ve insanlık beklemek beyhude!
Küçük kız, Montségur Kalesi şehitlerinden kendi özünü bulması ve bunu haykırması yönünde dua ederken, şehit de zaman duvarından koşarak ona geliyor. Kılıcı ile taşı parçalayıp kızın önüne atıyor kılıcını. Ondan taşın yani eşyanın ardındaki sırrı görmesi ve anlaması için gerçeğe temas etmesinin şart olduğunu ifâde ediyor hareketleriyle.
Kız, hakikat kılıcını eline alır almaz taşı parçalıyor. Taşın içinden çıkan nur, ışık, yani “hikmet” de böylece açığa çıkmış oluyor.
Katharlar Avrupalının fareler içinde dolaştığı, feodalitenin hüküm sürdüğü bir çağda, Endülüs Medeniyetinden aldıklarıyla kendini ve halkını ihyâ etmiş, son derece ileri bir toplum. Bilhassa “kâğıt üretmekte ve kitap yazmakta usta oldukları da yine tarih kitaplarıyla kayıtlı…
Böylesine ileri bir toplumu katletmekle Avrupa ileriye değil, üç yüzyıl geriye gitmiştir.
Şimdi oturup düşünmek gerek; Taassup, yani kendini bilememe ve bulamama nasıl bir insanlık vebasıdır?
Kadirşinaslıkla efendim…
Saliha MALHUN
Comments