Muhammedî nûra kancalanmamış hangi insana Müslüman ve hangi secdeye namaz diyebiliriz?
Buradaki “nur”dan kastımız elbetteki kalp makâmına yâni secdeye varmış aklın, “her ân bir şende olanla” seyri. Bu şuur akışı kâinatla ve bütün varlıkla kesintisiz sonsuz” bir vahdet tezyînidir. Bu tezyîne kavuşmamış Türk toplumunun millet olarak bekâ bulabilmesi mümkün müdür? Yahut bu akıl ile bütünleşmemiş devlet kurumlarının “birlik” içinde çalışması, tevhîdi oluşturması imkân dâhilinde midir?
Türk aydınlarının Tanzimat'tan beri Batılı sanatçılarda tahlil edemedikleri yahut fark edemedikleri bir varlık algısı var; diletto.
Batı'nın san'atı kendine yalnızca yüce bir zevk aracı olarak kullanmış soylu entelektüellerini en iyi ifâde eden bir kavramdır bunlar. Batı düşüncesi ve san'atı vahdeti ve Hakk’a secdeyi değil, kendilerine karşı duydukları sevgiden kaynaklanan heveslerini secde edinmişlerdir. Yazıp çizmenin yâni san’atın, kendi zevklerine hizmet ettiği nispette san'at olduğunu kabul etmiş ve san'at zevki ve varlık anlayışlarını bu kabil kavramlar üzerine bina etmişlerdir.
San'atı meslek edinen burjuvaya kadar soylu entelektüellerin topluma verdikleri de ne yazık ki kendine ve nefsine secde eden yazarların insanların muhayyilelerini boş yere işgâl ettikleri cerbezeli romanlardan ve kişiyi zevke, renge, kokuya, ihtişâma tutsak eden tablolardan öteye gitmemiştir.
Türk aydınlarının kendi mâbedlerindeki sonsuz birlik ve tevhid akışındaki tezyînat ruhundan koparak ilerlemeyi bu mecrâlarda bilinçsizce sırf Avrupâî bir heveskârlıkla aramaları ne kadar hazindi! O Avrupa ki ruhunu teslim ettiği emmârelikten başını bir ân kaldırsa, san'atı ile hizmet ettiği deccâliyetin bugüne dek katlettiği Hak peygamberleri ve tahrif ettiği kitapları görebilir, kilisenin gerçekleri İsâ ve Meryem’e inananlardan saklamak için nasıl canhıraş çalıştığını da pekâlâ fark edebilirdi. Avrupa dünyaya bir Leonardo da Vinci hediye etmişti. Ne hediye!
Âh hakîkat!
Ne yazık ki şuurunu kaybedenlerce bir daha hiç bulunamamış!
Fakat şuuru u/yanmışlara ne mutlu. Onlar o nuru aramakla, peşinden koşmakla kendilerini kesret içinde kaybetmişler önce. Çünkü bilinmeyi murâd edenin zevki böyle. Vuslattan ziyâde hasreti sevmiş. Kendisini deli divâne arayana aşkını vermiş. Koca Yûnus; “Biz bizi bilmez idik, bizi kendinden eyledi/ Eşkere kıldı bizi, kendin pinhân eyledi” derken bu hakîkate işâret etmiş. Ne ki varlıkta çoğalan esmânın, Tevhid’de birlenmesi gecikmemiş sonra. Tanrılarla savaşa savaşa, tanrıları yene yene gerçek Hâlık’a ulaşmış ruh.
Ne tuhaf… İnsan bu gölgeler yurdunda hakîkati binlerce şeklin, rengin, kalıbın içinde arıyor. Soyut ve somut putlar ediniyor kendine. Her durakta başka bir putu deviriyor. İnsana eşyânın isimlerini öğreten sır gelmiyor aklına. Harflerin ve kelimelerin de bir ümmet olduğunu, kalplerine baktıkça, yâni akıl ettikçe o mânâya yaklaşabileceğini düşünemiyor.
İnsan böylesine dev bir nur ile karşılaşınca da ne yapacağını bilmiyor. Baron Von Hügel’in dediği gibi;"O nûru yutmalı mı, yoksa o nurla parlamalı mı?" Fakat bir kere o nurun girdiği varlığın O’nda, O’nunla yok olması mukadder değil midir?
Hakîkate uyanan insan için zaman bitmiştir. Artık o sonsuz bir ân’ın çocuğudur. Kalbin çocuğudur. İçerden dışarı bakan gözün, dışarıdan içe dalması işbu gözle âlemi seyretmesidir. Artık Hak, kulunun gören gözü, işiten kulağı olmuştur. Kesretin vahdet denizine döndüğü ân bu ândır! “Ümmetimin âlimleri beni İsrâil Peygamberleri mesâbesindedir” buyruğunun en lâtif ve sarhoş edici sahnesi. Görenin ve görülenin birlenmesi, nurun nurâ kancalanması!
O ilk temâs! Sonsuz ân/lam!
İnsanın ettiği ilk secdenin tadını bir daha bulamaması bundan!
Sonsuz secde hâlinin, daha sonraki anlamadan yatılıp kalkılan, hikmetten yoksun din cesedine hapsolmuş ritüellerine dönüşmesi ne kadar hazîn!
İnsanın kendini bilmesi, kendisini bilmeyi lûtfeden Allah’ın bu lûtfunu fark etmesidir. Öyle ya? O istemese, murâd etmese biz kendimizi nereden bilecektik? Hem nasıl bilecektik? Şehâdet etmek, bu yüzden yüce. Bu şahâdete can vermek ise Hayy olanda dirilmek! Ölümün öldüğü mâkâm, ebedî dirilik!
Bu şehadete şehadet eden velîler ise ölü kalplere dirilik iksîri içirirler. Onlar hakîkati kabukta arayan insanların kabuklarını soyarlar.Çünkü hakîkat hiçbir şeklin ve kalıbın içinde mahkûm değildir. Bu sebeple sonsuz bir müsamaha ve şefkatle eğilirler insana tıpkı bir hekim hassasiyeti ile. Hekimin çırpınan hastaya kızması, küsmesi, itmesi mümkün müdür? İşte böylesi bir şefkat ve muhabbetle yoğurur sonunda her derde devâ insan reçeli yaparlar talebelerini de.
İnsanın; “ben neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum diye soran benliğinin o uzun mâcerâsı, gözündeki gözlüğü dalgınlıkla arayıp sonra gözünde olduğunu fark etmesi kadar garip bir durum. Gözüne, idrâkine, algısına gizlenmiş en âşikâr hakîkat! Bu kadar çile insanın kendisini Hak’tan uzak zannetmesi! Tek varlığın Allah olduğunu bilememesi! Vâr edilme lûtfuna erdiği hâlde, varlığının şuuruna erememesi; gaflet hâli! Gaflet; özündeki akılla her ân O’nu zikirle programlı nebatat ve hayvanattan daha aşağı bir hâl. Hâlinde aşağısı; esfel-i sâfilin…
Dervişlerin mürşitlerinde bulduğu sevgi Muhammedî Nûr’un ârifin kalbinden, secdegâhından, kendisine kancalanan secdegâhlara bir akış ve şifâdan başka nedir ki? Allah’ın Kâbe’de değil, bir ârifin kalbinde aranmasından ve bulunduğu anda o kalbe secde edilmesinden daha tabiî ne olabilir?
Benim işte bu noktada en ziyâde dikkatimi çeken Ken’an Rifâî Hazretleri'nin dînin sâdece taatler zinciri ve şekille âdeta putlaştırılıp mânâ ve tefekkürden uzaklaşıldığı, tekke ve tarikatların da tevhid ve tefekkürden uzak kuru bir taklid ve mürid toplulukları hâline geldiği bir dönemde insanlara tasavvufî terbiyeye dâvet etmiş olmasıdır. Tasavvufun bir akademi ciddiyetinde yeniden inşâsı için çaba sarf etmiş, bu yolda nitelikli kalemleri büyük bir hassâsiyet ile yetiştirmiş olmasıdır.
Çünkü onun gayesi yitirilen o varlık algısını, insanın gerçek mâcerasını tekrar ait olduğu mecrâya getirmekti. Yâni çağın ilâhiyatçısının kendini bilmeden, tanımadan vaaz ettiği Allah’tan evvel İlâhi emri yeniden hatırlatmaktı.
"Kendini bil!"
İnsan, Allah’ı kendini bilen bir akıl ile tanıyabilir!
Bu ise nefsi terbiye etmek ile mümkün. Bu terbiye seyri esnâsında "İkrâ" emrince yaşın kurunun hakîkatini okuyacaktır insan. Eşyâyı ve insanı okumadan ilâhî hitâbı anlaması, onunla muhatap olması aslâ mümkün değildir!
Evvelâ kendine, özüne tâlip kılınan insanın bu yolculuğunda yolu, azığı ve rehberi Hakk dostu bir "ÂGÂH" olduktan sonra, elbette ki varacağı menzil de Hak olacaktır. Arayanın aranandan, hizmetin ibâdetten, insanın Hak'tan gayrı olmadığı o yüksek algı ve düşünceyi tekrar hâkim kılmak için çıkılan bu yolun nasiplilerinden ve bahtiyarlarından biri olabilene ne mutlu.
Ken'an Rifâî Hazretlerini ve Sâmiha Anneyi tanımak belki de bu yüksel varlık algısını yeniden tefekkür ve tedrîs etmek ile mümkün.
Hakkı, Hakk'ın hâkim kıldığı bir nizâm gözlüğünden tekrar okumak ve tanımak neden mümkün olmasın?
Ve Yahya Kemâl'i daha yolculuğunun başında müsteşriklere rağmen cezbeden ve kalbine anlamayı, secdeyi nakşeden Türk düşüncesi ve o yüksek varlık algısı neydi, nasıl bir şeydi biliyor muyuz acaba?
İşte bunu anlamadan dînimizi, düşüncemizi ve secdemizi de anlamamız muhal görünüyor!
İnanılması çok güç ama asırlardır günde kırk defa o secdeye başımızı koyduğumuz halde, sanki kendimiz adına secde etmez gibi, birilerinin gönlü olsun diye yatıp kalkıp duruyoruz!
Kadirşinaslıkla efendim.
Saliha MALHUN
Comments