-Eskidendi masûmiyet çok eskiden-
Hakan Bey bu şekilde bakmaya çok haklı. Sanırım şok geçiriyordu, çok acıdım kendisine. Ailesi itibarı ile san'at çevresinin içinde doğmasına, büyümesine rağmen gördüğü manzaralar karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor. Doğrusu ilk izlemeye başladığımda ben de bir afalladım ve bu kadınlar kızlar gerçek mi diye karar veremedim.
Bu ülkenin genç kızlarını jüri adını taktıkları bir sürü şizofren ruh hastası varlıkların önüne dikip mütemadiyen azar ve aşağılama ile güya "modacı-stilist" yapacağını zanneden bu zihniyet çok açık ki bizim geleneğimize, töremize, kimliğimize, ahlâkımıza yabancı bir yerden empoze edilmiş.
Kadınları, kızları saatlerce ekrana bağlayan bu manzaralar çok açık bir şekilde söyleyebilirim ki şeytâniyyet!
Bu konuda dikkatimi çeken bir şey daha var ki toplumda kadın cinayetlerinin de bu paralelde artmış olduğudur. Fakat ne ilginçtir ki ne zaman bir çocuğumuz bu kabil bir vahşete kurban gitse derhal bunu temsil etmek üzere lolita (kelime için afedersiniz) rolündeki güya "masumiyeti" temsil ettiği söylenen bir sinema yahut sahne yıldızı öne çıkarılıp toplumun önüne bir ayna ve algı sapması olarak gösteriliyor. Vahşete uğrayan ile işbu masum yüzlü lolitalar (özür) arasındaki "masûmiyet” üzerinden mes'eleye hâkim olmaya çalışılıyor.
Elbette burada akılları karıştıran “masumiyetin” sadece yüzdeki ifâdeden mi mütevellit olduğu ve sâdece “görünür” olmakla mı ilgili olduğudur. Ekranlardaki bu masum mu şeytan mı olduğu belli olmayan lolitalar (tekrar özür) ve bu yolda tarz olmaya çalıştırılan sürüyle genç kız hiç şüphesiz bizim geleneğimizdeki ve Hakan Bey'in de henüz etkisinden çıkmadığı Leylâ’nın remzi değildir.
Bana göre de bu kızlar Batılı anlamda ilk roman ustalarından olan Halit Ziyâ'nın Aşk-ı Memnû’sunun Liliti, Afroditi ve son perdede belki Maria Magdelena’sıdır. Ama asla masûmiyeti temsil eden bâkire Meryem’i değildir.. Ne bir Aslı bu kızlar ne de Leylâ'lar.
Ne yazık ki derinden bakıldığında toplumun genç kızlarının da bu TARZ kızların görünüş, davranış ve ahlâkları üzerinden inadına lolitalaştırılmak (yani tekrar tekrar özür) istendiği bir vakıâdır!
Fakat ne devlet ne anne babalar ne de eğitim camiası bu vahşetin ve cinnetin yeterince farkında değiller!
Edebiyatın, san'atın toplumları ne derin etkilediği, etkileyeceği artık gün gibi ortada. Keşke Tanzimat bu ülkenin kalbine bir hançer gibi sokulmasa idi.. Gönül isterdi ki o fevkalâde üslûba sâhip Halit Ziyâ, burnunun dibindeki Süleymâniye’yi görebilseydi o romanda. Yahya Kemâl’in kıymetini burada tekrar anlamak ve O’nun Süleymâniye’yi bir medeniyyyeti yeniden inşâ edercesine İstanbul semâlarına bir mânâ silueti olarak yeniden îmâr ve inşâ etmesinin sadece sıradan bir şairlik mesaisi olmadığını fark etmemiz gerekiyor. Kur’an ve din şâiri olmadan evvel “medeniyet” şairi olmak, Allah’ın dünya yaratılalı beri insanlığa hâkim kılmak istediği nizâmın ve törenin de yeniden güncellenmesi değil midir?
Mes'eleye bu ay penceresinden baktığımızda evet, evvelâ kendi kültürünü ve Türk töresini inşâ etmek yerine Bâtıl Batı’nın güya “muasır medeniyet” dediği ahlâk düşüklüğünü bu milletin hâfızasına musallat edilirken yeterince mücadele etmeyen entelijansiya, devlet ve eğitimciler ilâhi mahkeme günü maddesinde ve mânâsında katledilen masumiyet ve yok edilen kadınlık davasından yakasını asla kurtaramayacaktır. Hatta ne kahramanına üvey annesini bir Afrodit ve Lilith işitihası ile arzulatan Aşk-ı Memnu müellifi ne de öz babasına âşık olma iblisliğini dimağlara içiren Reşat Nuri romanları dahî! Çünki alafrangalığa heveskârlığın bu topluma etkisi ne yazık ki bugün de aynı şiddet ve etkisiyle devam etmektedir. On iki yaşına geldiğinde başını örttüren kaç “zengin ve dindar” aile tanıyorsunuz ki kız çocuğunu üç yaşında “bale okuluna” altı yaşında piyano ve keman dersine gönderme özentisi içinde olmasın?
Gazetelerin afişlerinde ve bu TARZ yarışmalarında “masum ve dişi” “seksi ve güzel” imajı üzerinden masumluk ve güzellik algısı üzerine örtülen perde ne yazık ki fark edilemiyor. Genç kızları hem "masum" hem de "dişi" olarak bize pazarlayan algı operasyoncularını iyi tahlîl etmek gerekir.
Burada genç kızlar kadar belki daha fazla mağdur olan ise erkeklerdir! Çünkü erkeklere ölçüsüzce sunulan bu şehvet pazarlığının sonunda toplumda artan vahşet ve cinayetler bahane edilerek bu lolitalığı (özür), ve dahî nonoşluğu (gerçekten özür)
meşrulaştırma gayreti ve mücadelesi verilmektedir. Yani bu vahşet ve cinayetler üzerinden toplumun erkek kalmayı başaranlara denmektedir ki; “kendinize bakın işte siz busunuz! Siz sadece busunuz!!!”
Oysa bizim çölden gelen hikâyemizde “Leylâ” Afrodit ve Venüs gibi cüretkâr bir pozla ortaya atılıp güzellik ve masumiyetini toplum önünde “tartan” ve “tartışan bir kadın değildir. Onun güzelliği ve değeri yalnızca Mecnun’a aittir. Leylâ inadına örtülüdür, gecedir. Ayak yalın, baş açık sîne üryan gezmek yani “çıplaklık” Mecnun’a has bir manzaradır bizim hikâyemizde. Yahut Yusuf’un güzelliği karşısında kâinatı ortadan yırtan ve sonra çöllerde gözyaşı kuyuları açan, kendince güzel bulmaklıktan geçip, "güzeli bulanın", bulduranın hikâyesidir biraz da. Çünkü bu hikâyelerin sonunda “arayan” en ziyâde “aranandır” aslında. Arayan için Leyla bir yürek kımıltısıdır bir yangın ve yanmaklıktır. İnsan ne buluyorsa bu “yürek yangınında” buluyor, gerisi hikâye işte yaz yaz bitmiyor. Onu ararken kendiyle karşılaşmaya bir vesîle… Arayanın ve arananın birlenmesi yâni…
Gelelim bu kabil mes'eleleri "din ve gericilik" üzerinden ele alan diğer bir algı özürlülere. Evvelâ günün donmuş din cesedi üzerinden ve “töre”nin sadece “namus cinayetine” indirgenip pespayeleştirildiği anlam cinâyeti üzerinden bu meseleyi "tartmak" ve "tartışmak" beyhude! Eski kaynaklarımızı yeniden güncelleyebilse idik “Türk Töresi"nde “o….” ile başlayan kelimenin ve kavramın bizim dilimizde ve lügâtimizde asla bulunmadığını fark etmiş olurduk. Evet Türk’ün töresinde ve medeniyetinde bu kelime yok. Bilâkis şeytâniyetin bir târih seyridir ve Bâtıl Batı işbu tapınak fâhişehi Aştar üzerine inşâ etmiştir mevcudiyetini, düşüncesini ve felsefesini.
Batı mitolojisi, kültürü ve san'atı göklerin kızı olmakla, ayağı düşmüş kadın imajı arasında bocalamış yüzyıllar boyu. Kırmızı, ateşin kanın ve aşkın rengi olmuş böylelikle. Batı, çıplaklığı sanatında bir şehvet objesi olmaktan ziyâde bir örtü ve perde olarak kullandığını iddia eder. Kralın çıplak olması hakîkatin de çıplak olmasına bir vurgudur meselâ.
Batı, etin ardındaki o güzelliği ve ruhu görmek için epey çırpınmış. Efendim bu felsefenin ürünüdür işte bütün bu söylemler. "Kadının saçından, etinden tahrik olmak insanlık değildir... Erkek olan, insan olanın beyni....." ile başlayan cümleler aslında bir dayatmanın ezberlerinden başka şey değildir. Oysa kadın güzeldir ve gönül alıcıdır.. Can yakıcıdır, çekicidir… Buna mugayir cümlelerle çıplaklığı meşrulaştırmaya çalışmak bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Evet, kadın sadece saçını örtmekle örtünmüş olmuyor. Evvelâ ahlâkı kendisine din edinmesi gerekiyor. Kadını baştan çıkarıcı ve şer çerçevesine oturtmanın kökeni Bâtıl Batı’nın zulmet ve şeytâniyet felsefesine, Lilit’ine dayanmaktadır. Kadın üzerindeki bu “algı” tartışmaları onu sadece “bir insan” olarak tasavvur edememekten kaynaklanıyor. Oysa kadın ne râhibedir ne de Havva gibi korunmaya, sâhiplenmeye muhtaç bir câriye. O bir şahsiyettir. En çok da "Hayy'ın", hayâtın, "iş"in ve hareketliliğin içinde olan Hatîce’dir. Olgunluğun ve itidalin simgesidir. Sonra da Aişe’dir kadın; hâfıza ve aklı temsil eder, en fazla okuyan, düşünen, dinleyen ve dinlenendir. Âlimdir, mürebbîdir; Sâmiha Annedir. Hem nazlı, hem çocuk hem sevgilidir.. Malhun'dur, Hayme Ana'dır, Nilüfer'dir.. En çok da Devlettir o. Devlet Hâtun'dur. Hem masum, hem mazlumdur, saraylıdır, kaç yaşına gelirse gelsin gelindir...Ama zavallı değildir hiç, masumiyeti doğallığındadır.
Bu ülkenin genç kızları ilk defa “güzellik yarışmaları” ile kendine bakmayı ve kendine baktırmayı öğrendi. İşte bu baktırmaların ardından fark etti masum ve güzelliğinin. Kendisine mağrur ve hayran olma öğretildi sonra... Sonra bu güzelliğin gücünün farkına varması sağlandı. Ve bu güzelliği "kullanma" öğretildi.
Ekrandaki TARZ kızlar bu tedrîsin bir talebesi ve temsilcisiler. “Güzel buldurulan” müsabakaların “güzeli arama ve bulma” ontolojisinin yok ettiği bir kültürün meyvesi.
Masumiyet kadının, dokunulmazlığın simgesidir. Oysa masumiyetin yok edildiği bu TARZ yarışmalarında görünüşte dişi, ruhça hırs ve öfke dolu, duygudan yoksun ve erkekle münasebeti bir ticarete ve alış verişe dökmüş feministler ordusu çıkıyor ortaya. Anne adayı değil bu tarz kızlar, sâdık olmak zorunda değiller, göze göz, dişe diş bir mücâdele veriyorlar ekranda! Kim daha erkek ve güçlü onun mücadelesini veriyorlar adeta bu yeryüzünde.
Bu TARZ kızlar toplumun erkeklerinin bilinçaltına demektedirler ki; Siz! Beyni çıplaklıkta olanlar! Kısa eteğimden, dekoltemden fırlayan göğsümden içi gıcıklanan, başı dönen zihniyet siz ham ervahsınız! Siz kadının etinin, derisinin ardındaki ruhu görmüyorsunuz!
Yani bir çeşit felsefe yapıyor bu TARZ kızlarımız. "Siz benim ışıldayan yüzümün ardındaki asıl ışık kaynağını görmüyorsunuz!" diyorlar. "Bir ben vardır bir de benden içerû!" diyorlar. Beni gerçekten görmek ve bana gerçekten dokunmak mı istiyorsun? O hâlde ben sadece bir gölge ve yanılgıyım… beni görmek için benden geçmen gerek diyorlar… diyorlar da diyorlar anlayacağınız.
Fakat “kendisinden” geçmesini öğütlediği erkek milletinin bu TARZ kızlar ve kadınlardan evvel geçmeleri gereken bir “kendileri” de var ne yazık ki. Bütün mes'ele de burada zaten. Bu tekâmül nasıl olacaktır? Burada sadece erkeklerin “kendilerinden” geçmelerini istemek ve beklemek “kendi olmalarından(fıtratlarından) da geçmelerini istemek gibi bir abeslik olmayacak mıdır? Kendiliğinden geçmek" ile "kendinden geçip" saldırgan bir nesne olmak arasında bocalayıp duracaklar mıdır hep bu kör olası erkek milleti? Kadına, iffete, ismete hiçbir rol düşmemekte midir bu perdede? Burada en büyük ve temel rol kendisinin iken bu rolün yeniden tespit ve tahlil edilmesi, güncellenmesi hiç mi gerekmemektedir?
Sualler böylece uzayıp gidiyor...
Benim bu TARZ kızlara özenen genç kızlara tavsiyem eline zorla tutuşturulmaya çalışılan bu aynayı kırmalarıdır! Batılının dili ve kelimeleriyle düşünüp konuşmayı bırakıp gözlerini yumarak aynayı kendine, kendi içlerine çevirmeleridir.
Ve yine onlara derim ki; Batı, senelerdir bu donmuş kelimelerin ve kavramların karanlığında yürürken insanlığını dahî unuttu. Oysa Hakk ışığının uyandığı yerdir iç.. Batı o karanlıkta buldukları ve bildikleri miktârınca kendinde öldü. Oysa sen öldükçe dirilibilecek bir kökten geliyorsun. İçine bak göreceksin; kökenden geliyorsun. Kimselerin bulmakla bilemeyeceği o cevher yâni “hikmet” senin içinde, gönül ateşinde. Yandıkça irfânın artar.. İşte etinin ardındaki ruh bu mânâ'dadır.
Unutma insan bu âlemde ya olur, ya ölür…
Hep olur.. hep ölür…
İnsan, başkasının etinin ardında göremez insanı, insan olanı…
İnsan aynayı bir kere içine çevirmeye görsün meftûn olur içindeki ceylân bakışlıya… Kendini bulmak için kendinden bile kaçar, dağılır, sonun da ne TARZ'ı kalır ne de bir beni. Kadın o vakit bir “Leylâ" ve "cân" olur.
Ve dileriz bu millet öldürülmeye çalışılan masumiyet ve kadınlıkta bilhassa analıkta yeniden “cân” bulur! Yeniden "Anadolu" olur!
Çünkü hasretiz masumiyete!
Hasretiz anneye!
En çok da cânâ
Ve Hazreti İnsana!
Ekranlardaki bu TARZ bizim tarzımız değil efendim.
Cümleye kadirşinaslıkla...
Saliha MALHUN
留言